YILMA BAŞAR KORKMAZ / VERYANSIN TV
Güncel asgari ücretin ardından gelen tepkilerle ekonomik sorunlar daha da derinleşerek gün yüzüne çıkıyor. Ekonomik sorunların derinleşmesiyle birlikte siyasi, toplumsal sorunlar da gerek küresel gerekse bölgesel ölçekte baş gösteriyor.
Alım gücünün her geçen gün düştüğü ve vatandaşların artık derinleşen ekonomik krizle başa çıkamayacağı bir sürece girdiği bugünlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan, faiz konusunda ‘nas’a geri dönüş mesajları verirken, enflasyonun artacağı konusunda hiçbir açıklama yapmadı.
Enflasyon yüzde 60’larda seyrederken asgari ücret zammının yüzde 30’larda kalması gelecek günlerde açlık sınırının daha da altında kalınacağının sinyallerini verdi.
Ekonomik krizi ve toplumsal yankıları hakkında ayrıntılı bilgileri paylaşan Prof. Dr. Aziz Konukman, Veryansın TV’nin sorularını yanıtladı.
ULUSLARARASI FİNANS ÇEVRELERİNİN TALİMATI YERİNE GETİRİLDİ
Asgari ücret 22.104 TL oldu, bu konuyla ilgili düşünceleriniz nelerdir?
İktisatçılar için nominal bir artış anlam ifade etmez. Bunun geçen yıla göre nominal artışı ne olmuş? Bu arada öngörülen enflasyon oranı ve gerçekleşen enflasyon nedir? Bu konulara bakarız biz. Reel durum nedir, yani bu yaptığınız artış, satın alma gücünü arttıracak mı?
Öngörülen enflasyon 30’du değil mi? Bir ara zam oranına IMF 25 demişti, Merkez Bankası raporunda en son revize edilen şekliyle 21 denmişti. OVP’de 17,5 idi, yani seç seçebildiğin kadar. Bunlar 2025’in öngörülen enflasyonudur. Standard&Poors bizim kredi notumuzu yükseltti, meğerse demiş ki enflasyon yüzde 30’un üstünde olmamalıdır. Bu da demek oluyor ki yüzde 30’un üstünde zam yapılmamalıdır. Tayyip Erdoğan, reyting kuruluşları kötü not verince onlara ciddi bir eleştiri veriyordu. ‘Siz kim oluyorsunuz’ diye manipüle edildiğini ifade ediyordu. Sen de öğrencilik yaptın, ben de öğrencilik yaptım, o dönemden sevdiğimiz bir ifade vardır. Kötü not alınca hoca verdi, iyi not alınca biz aldık olur. Aynı ruh hali cumhurbaşkanında da vardı. Standard&Poors’a veryansın eden Cumhurbaşkanı, o talimatı yerine getirdi belki de. Hiç seslendirilmeyen bir zam oranı komisyonda kabul ediliyor. Görüntüde komisyon kabul ediyor ama arkasında cumhurbaşkanının olduğu çok açık. Talimat demesek de telkinlerinin olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim apar topar gece yarısı toplantının olması, ilk defa sendika temsilcileri olmaksızın karar verilmesi gibi durumlar görülmemişti. Türk-İş katılırdı, kararı beğenmiyorsa şerh koyardı ama bu kez katılmadı. Dolayısıyla bu açıklanmaya muhtaç bir durum ve komisyonun geleneğine de aykırı oldu, demokratik de değil tabi, bunun da altını çizmek lazım.
Geçtiğimiz aylarda IMF Türkiye Şefi Jim Walsh ve Avrupa Dairesi Direktörü Alfred Kammer ile bir görüşme olmuştu. Bu görüşme ve asgari ücret zammıyla bir ilişki var mı?
Tabi var ama onların üstüne çıktı demek istiyorum. IMF temsilcileri yüzde 25 seslendirdiler ama IMF temsilcileri, IMF sözleşmesinin 4. maddesi kapsamında bizi gözetimde tutarak rapor hazırlıyorlar. O raporda 2025 öngörülen enflasyon yüzde 24 idi ama IMF yetkilileri yüzde 25 dediler. Bu sefer onun da üstünde oldu demek istiyorum. Genel olarak, uluslararası finans çevrelerinin talimatının kabul edildiğini söylüyorum. Kendi iradeleriyle karar vermediklerini söylüyorum ki buna cumhurbaşkanı da dahil, bu sefer onların dediği oldu demek istiyorum. Çünkü Standar&Poors, yüzde 30’dan fazla yapmamalısınız, eğer yaparsanız dezenflasyon programınız riske girer diyor. Nitekim faiz düşüşü de bununla ilişkili, çünkü Merkez Bankası’nın basın açıklamasına bakarsan 2,5 puanlık düşüşün gerisinde şu yatıyor: Dezenflasyon programını sekteye uğratmayacak bir zamsa bu o halde öngörülen enflasyon hedefi tutacak, o halde faizleri düşürelim dediler, yani ikisi birbiriyle ilişkili. Kısa bir süre sonra cumhurbaşkanının grupta yaptığı konuşmada nasa geri dönüş sinyalini de vermiş oldu, nerede kalmıştık der gibi. Sanki nas sonucunda enflasyonun nasıl patladığı bilinmezmiş gibi bunu yaşamış bizler yok sayılarak cumhurbaşkanı da o toplantıda tekrardan oraya dönüşün sinyalini verdi.
DEVLETTEN ÇİFTE STANDART ENFLASYON!
Doğru bakış açısı nedir? Asıl önemli olan burada geçmiş enflasyondur, bunun usulü budur ki yıllardır böyle yapılırdı. Eğer asgari ücrete öngörülen bir artış yapıyorsanız onu hep gerçekleşen enflasyona göre yaparsınız, kural böyledir. Geriye dönük bakarsınız. Bu gelişme geriye dönük bakarak tahlil etme ile değil ileriye bakma tekniğiyle gerçekleşen bir hadise oldu. Kaldı ki devletin kendisi, kendi fiyatlamasında geçmişe bakıyor, özel sektör de geçmişe bakıyor. Demek ki fiyatlama davranışları riski devam ediyor. Dezenflasyon programını riske sokan durum, en son ki Merkez Bankası raporunda bir kez daha altı çizilmiş. Demek ki fiyatlama davranışlarındaki geçmişe dönük endeksleme devam ediyor, çünkü öngördükleri şey olmamış belli ki. Bunu dezenflasyon için bir risk sayarken asgari ücrete gelince öngörülene göre zam yapabiliyor. Öngörülenin biraz üstünde yapıldı ama doğru olan geçmişe bakmaktır. Geçmişle ilgili benim de içinde bulunduğum bir iktisatçı grubu kamuoyuna paylaşım yapmıştı: İnsan onurunu yakışır bir asgari ücrete gidilmek isteniyorsa öngörülen değil, gerçekleşen enflasyon temel alınmalıdır.
ALIM GÜCÜ YARI YARIYA
Geçmiş enflasyonda deflatöre bakılabilir, milli gelir deflatörü, yani gerçekleşen rakam. Tabi daha yıl bitmediği için gerçekleşme tahminine bakalım. 2024 için ne verilmiş? Deflatör için yüzde 60,9 yani 2024’ün gerçekleşme tahmini yüzde 60,9. 12 aylık ortalama TÜFE enflasyonu bu. OVP’lere geçiş sürecinden bu yana hep yıl sonu TÜFE enflasyon hesabı dikkate alınıyor. Hep resmi rakam o, oysa bizlerin araştırmalarında, akademik araştırmalarda hep nominal ücret artışları, yıllık ortalama nominal enflasyonla karşılaştırılırdı reele dönüştürmek için fakat bu verilmiyor. OVP’lerde artık yer almıyor. Ne gerçekleşme tahminine yer veriliyor ne de gelecek yıla ilişkin bir öngörüye yer veriliyor ama TÜİK’in yayınladığı kasım ayı rakamı yüzde 60,56. Yani geçmişte IMF telkinleri olmadan önce hep biz neye bakıyormuşuz? Eğer öngörülen asgari ücret artışı varsa, onun reel durumunun ne olduğunu bilebilmek için bir önceki yılda gerçekleşen enflasyon neymiş ona bakıyoruz ki yüzde 60,56. Diğeri neydi? yüzde 60,9. İkisi bayağı yüksek. Öngörülen ne? yüzde 30. Reel olarak yarı yarıya asgari ücret. Hani soruyorsun ya rakamı mı konuşalım? Demek ki onu konuşmanın bir anlamı yok. Onun alım gücünü konuşmamız lazım. Neredeyse yarı yarıya düşüyor bu mantığa göre.
İŞİNE GELDİĞİ GİBİ DEVLET
Üçüncü bakacağımız husus ise yeniden değerlenme oranı. Onun rakamını da vereyim. yüzde 43.93, hatta çoğu kişi onu gönderme yaparak değerlendirdi. Yeniden değerleme oranı yüzde 43.93, yine reel kayıp var. Başka ne olabilir? Hani sevdikleri IMF’nin de telkinleriyle OVP’de de dikkate alınan. TÜFE’nin gerçekleşme tahmini olarak yıl sonu hedefi yüzde 41,5 diye verilmiş, o biliyorsunuz revize edildi. Tamam ama. Şeye bakarsan bu tabii gerçekleşme tahmini. Merkez Bankası’nın piyasa katılımcıları anketi var ki o yüzde 45’i gösteriyor, yani bunun da altında. Şimdi yüzde 45’i esas alsak yine öngörülen zammın üstünde. Demek ki reel hangi endeksi alırsak alalım elimizde kalıyor. Yapılan bu zam satın alma gücünün ciddi anlamda düşeceğini gösteriyor. Yani bunlarla karşılaştırdığımızda manzara bu. Gerçekleşen şeylerde bu yüzde 30’un üstünde olacağına göre hep öyle oluyor. Yani oralarda ne yazdığının önemi yok. Mutlaka yıl bittikten sonra 2025’te göreceğiz. Eski OVP’lerde de böyleydi. Oradaki OVP’de o yılın yıl sonu hedefi ne yazarsa yazsın hep onun üstünde belirleniyordu, bunu da unutmayalım. Şimdi bütün bunlar şunu gösteriyor. Asgari ücretli reel olarak bir kayıp içinde olacak. Nominal rakam olarak da bakarsak açlık sınırının ciddi bir şekilde altında, yoksulluğu saymıyorum bile. BES-AR Kasım 2024 için 29 bin 100 TL diyor, yoksullukları vermiyorum, çünkü yoksulluğa yanaşamıyoruz bile. Yani sırf gıdayla ilgili harcamalar BİSAM-DİSK 20.967 TL. Birleşik Kamu-İş 22.024 TL. Türk-İş’in 20.043 TL. Kasım ayındaki rakamı geçiyor şimdiki zam ama ne zaman geçerli olacak?
Ocak ayından itibaren. Ocak gelince ise tüm saydıklarımız bu ücretin üstüne çıkacak. Birleşik Kamu-İş’inki Ekim rakamı yani Kasım ayı yayınlanmamıştı, diğerleri hep Kasım. Yani bir süre sonra asgari ücretli açlık sınırının yine altında kalacak. Peki yıl boyunca da değişmeyeceğine göre maşallah yılın bütününe baktığımız zaman asgari ücret açlık sınırının bir hayli gerisinde kalacak. Herhalde bu sorunun cevabı bundan daha net olamaz. Burada devletin bakış açısındaki sakatlığı da ortaya koyalım. Devlet kira zamlarını dikkate alırken 12 aylık ortalamaya bakıyor Kasım ayında. Yani Kasım ayında kiralara zam yüzde 60,56. Şimdi aralıktaki zammı bilmiyoruz. O da diyelim o civarda olsa Ocak ayında gelecek zam bu ama asgari ücrete ne kadar zam? Yüzde 30. Yani yarı yarıya. Bir asgari ücretliyi düşün. Kirasına zam gelecek yüzde 60’lar civarında ama kendi maaşına yüzde 30. Böyle bir kepazelik yani. Devlet ilginçtir, asgari ücretlinin maaş zammını belirlerken başka bir enflasyon göstergesine bakıyor ama kirayı belirlerken yine başka bir enflasyon serisine bakıyor. Mesela devletimiz kendi gelirlerine, vergi gelirlerine ne kadar zam yapmış biliyor musun? yüzde 46,5. 2025 bütçesinde devlet diyor ki geçinemiyorum kardeşim. Onun geliri de vergi geliri, ne yapsın zavallı? Vergi dışı gelirleri de var ama esas olan vergi gelirleri. Vergi gelirlerine yüzde 45 zam yapmış. Kendi gelirlerine ise yüzde 41,2 zam yapmış ama asgari ücrete yüzde 30 zam yapıyor. Yani çifte standartlar o kadar ayyuka çıkmış durumda ki hangisini alsak devlet çelişkiler içinde bir davranış sergiliyor ama emekçilere gelince nedense düşük bir enflasyon öngörüsü üzerinden zam yapıyor. Mesela yeniden değerlenme oranı yüzde 43,93 demiştim değil mi? Şimdi mesela asgari ücretlinin diyelim külüstür bir arabası var. Motorlu taşıtlar vergisi ya bu kadar artacak ya da yüzde 80 indirime gidebilecek ama emlak işte, ne bileyim aklına gelecek harçlar, cezalar. Asgari ücretli bu zam yağmurunu yüzde 44 olarak alacak ama maaşına yüzde 30. Yani şunu demek istiyorum. Devlet işine gelince bir gösterge, işine gelince başka bir gösterge, maaş zamları gelince başka bir göstergeye bakıyor. Bu, 21. yüzyıldaki çağdaş bir devlete yakışmayacak bir tutumdur.
İTHAL GİRDİNİN VURGUNCU SERMAYEDARLARI
Peki bu enflasyonist ortamda iyileşmenin çareleri nedir hocam?
Şimdi teşhisin nerede konulduğuna bağlı, yani bu doktor gibi değil mi? Doktora gidince sana bir teşhis koyuyor. Tedavi de bu teşhis ile yakından ilişkili. Şimdi Mehmet Şimşek ve ekibi rasyonel politikalar adına teşhisi şöyle buldu. Türkiye’de talep itişli-talep çekişli bir enflasyon var. Buna demand-push inflation deniyor. Yani enflasyonun müsebbibi artan talep. Artan talebin müsebbibi de ücretliler. Bakın günah keçisi bunlar. Ya peki ücretlilerin hiç mi ücret artışları enflasyona neden olmuyor? Tabii ki oluyor, tabii ki oluyor ama temel neden değil. Yani şöyle söyleyelim, yükselen enflasyonun peşinden koşarken tabii bir gelir çekişmesi yaratıyor. Oradan toplu sözleşmeyle alabildiğince alıyor. Bazen de asgari ücret gibi sistemle devlet verince durumu belli oluyor. Dolayısıyla asgari ücretli örneğinde de bakarsak ne yapıyor? Enflasyonun kendisine yetişebileyim diye devlet ona bir zam veriyor. Ama o zam kesinlikle enflasyonu -belki bir sonraki süreçte artırabilir- harekete geçiren bir faktör olmaz hiçbir zaman. O zaman bakış açısını biraz değiştirmemiz lazım. Acaba talep itişli değil mi? Çünkü talep itişli olursa ki bunu önümüzdeki zamanlarda da göreceğiz, bakın asgari ücretliyi ne yaptınız? Düşürdünüz. Yarın bir gün zamları, memuru, emekliyi de düşük tutun ama göreceğiz ki enflasyon yine devam ediyor. Bak talebi kıstınız ama enflasyon yine varlığını sürdürüyor. Bunu önümüzdeki günlerde daha somut bir şekilde, somut bir şekilde görmüş olacağız. Demek ki teşhis talep artışı görülünce enflasyonun temel nedeni talebin arzdan fazla olması diye görülürse, teşhiste ücretlerin nominal artışlarını enflasyonun altında tutma şeklinde yansıyor. Yani müsebbip ücret artışları görülüyor. Eğer ücret artışları müsebbipse ücret artışları sınırlarsak enflasyonu da aşağı çekmiş oluyoruz.
Oysa bu bakış açısı yanlış. Yani bu konuda yapılmış ampirik çalışmalar var. Örneğin Korkut Boratav, Erinç Yelden ve Ahmet Haşim Köse’nin bir çalışması, kar itişli bir enflasyon olduğunu gösteriyor. Kar çekişli, kar itkili çünkü tekelci yapılar var. Bunlar ithal girdiler nedeniyle üretim dışa bağımlı. Bunların dünya fiyatları sabit bile kalsa, döviz cinsinden fiyatları sabit bile kalsa kurdaki değişmeler nedeniyle artıyor. Artınca ortalama maliyetler yükseliyor. Yani ücretler ne ki onun yanında. Ortalama maliyetin onun payı daha düşük. Ücretleri de sektöre göre değişiyor yüzde15-20 oranlarında ortalama maliyet içinde sonuçta yüksek bir kâr marjını fırsat buluyor. Yani var olan kâr marjını daha da yükselterek bu maliyet artışlarını fırsata çeviriyor ve böylece fiyatlar artıyor. Yüksek kar itişlerinin ortaya çıkarttığı bir enflasyon süreci var. Maliyetlerin, ithal girdilerin TL fiyatları kur nedeniyle tetikleniyor ve sistem böyle devam ediyor, dağıtım mekanizmasında da öyle. Yani tarlada 1 lira olan bir şeyin 10 katı fiyatı yükselmesinde de o aracıların yer aldığı böyle çok uluslu şirketlerin dağıtım firmaları, tekelci yapılar, yüksek kar marjlarıyla ne yapıyorlar? Tüketiciye yüksek fiyatla satıyorlar ve bu yüksek fiyatı üretici görmüyor bile, yani muhatap bile olmuyor. Çünkü tarladaki ürünü çok düşük fiyattan bu aracı kesimlere satmış oluyor. Yani manzara bu. Şimdi bu tabloyu değiştirecek bir iradeyi göremiyoruz. Çünkü böyle bir enflasyon sürecine inanmıyor.
İKTİDARIN EKONOMİK TERCİHİ, MİLLETİN SIKTIĞI KEMERDEN GEÇİYOR!
Bunun kaynağı sadece inanç mı yoksa farklı çıkar odakları mı var?
Yani sınıfsal tercihi, emekçileri kemerleri sıkarak -IMF telkini de bu demek zaten, IMF de benzer bir şekilde bakıyor-enflasyonun yüksek olmasının faturasını emekçilere çıkartmış oluyorlar. Bu bir sınıfsal tercih, yani öyle tesadüfi bir olay değil ama zaman zaman Tayyip Erdoğan şunu da yapmıyor değil. Tarladaki 1 liraya olan mal gelip de 10 kat oluyor, onu direkt öyle söylemiyor ama ya kardeşim diyor, fahiş fiyattan satıyorlar değil mi? Bazı firmalar açıkgöz davranıyor. Ya kardeşim tekelci firmaların sayıları belli ya. İhaleyi alanlara hani diyorlar ya Beşli Çete. İhaleyi alanların sayısı nasıl belliyse bu fiyat artışlarını yapan tekelci yapıların olduğu piyasalar da belli kardeşim. Böyle tek tük polisiye tedbirlerle fahiş artış yaptın, hadi gelin bunları boykot çağrısı da aslında sorunun varlığının bilincinde olduğunu ama tam bir neşter vurmak da istemiyor sürece. Buradan da yola çıkmalı, mesela boykotsa boykot yapılmalı bence. Bu tekelci yapılardaki firmaları, yani yüksek kâr marjıyla satan firmaları belirleyip bunlardan ciddi bir boykot kampanyasıyla bu bile bir fırsata çevrilebilir muhalif kesimler tarafından, tüketici hakları dernekleri tarafından ya da demokratik kitle meslek örgütleri tarafından üzerine gidilebilir. Hatta belki de oligopol diye de adlandırılan tekelci piyasa yapıları sergilenebilir. Yani burada sendikalara, araştırmacılara büyük görev düşüyor. Yani öyle polisiye tedbirlerle, filan firmanın ihbarı ile olacak şey değil bu. Piyasanın bizatihi kendisi sorgulanmalı, sorgulanmadan olmaz.
2012’DEN BERİ İTHAL GİRDİNİN KAYDI YOK!
Üretimin ithal girdiye bağımlılığı ve üretimsizliğimiz hakkındaki neler düşünüyorsunuz?
Türkiye uzun bir süredir ithal girdilere bağımlı bir üretim yapısına sahip. Yani bu yapıda siz ihracat yaptığınız zaman ki 100 dolarlık bir ihracat diyelim kabaca bunun 65 doları ithal girdilere gidiyor. Bu, bu rakam eski rakam. 2012’den bu yana yeni girdi çıktı tablosu TÜİK tarafından henüz yayınlanmadı. Bakın aradan kaç sene geçti. Yerli girdi ne kadar kullanılıyor, ithal girdi ne kadar kullanıyor ve bunlarda örneğin diğer şeyler sabitken ithal girdilerde yüzde 1’lik fiyatlarında artış olsa sektörel fiyatlar nasıl artar sorusuna yanıt verilemiyor. Ben yıllardır TÜİK’e çağrı yapıyorum, diyorum ki bunlar güncelleştir kardeşim. Bu güncelleştirme iktidarın da işine yarar, yani hani diyor ya boykot edin, şunu edin, bunu edin. Fahiş fiyat lafının mantığı ancak bu çalışmalar biliniyorsa olur.
Peki bilerek mi açıklanmıyor hocam?
Yarın diyelim ki kur aldı başını gitti, patladı diyelim. 2025’te ne yapacaksınız? Üretim durma noktasına gelir. Faizleri indirmenizin de orada bir katkısı olmaz. Bunu çok net bir şekilde görmemiz lazım.
ÖZEL BİR PROTOKOLE YA DA KAPİTÜLASYONA İMZALAR MI ATILDI?
Peki, bu konuda bir protokol mu imzalanıyor? Yani bir nevi aslında kapitülasyonlarla ağırlaşan, kapitülasyonlarla ilerleyen bir sürecimiz mi var? Burada bir taviz mi, yazılı bir anlaşma mı var?
TÜİK diye bir kurum var tamam mı? Vergileri 46,5 artırıyorsun? Bu paralar kamu hizmeti üretimi için gidiyor değil mi bir kısmı. TÜİK kamu hizmeti üretmiyor mu? Yahu kardeşim düzgün bir enflasyon değil mi? Düzgün nüfus sayımı. Daha bunları yapamıyoruz, ölüm oranları… Salgında ölüm istatistikleri yayınlanmadı. Hep böyle resmi kaynaklardan bilgi akışı olmayınca dezenformasyon o zaman patlıyor. Arkadaş sen doğrusunu yayınla, kimse de çarpıtma fırsatı bulamasın. Yani böyle bir paradoksal bir durum var.
BÜYÜK BALIĞA YEM EDİLEN ÜLKE VE VATANDAŞ
Her geçen gün vergilerin arttırılması, üretimsiz bir ülke profili mi çizer?
Siz satamayan, üretemeyen bir sektöre vergi yüklediğiniz zaman bu oradaki küçük sermaye sahipleri de ne yapıyorsunuz? Çıkmaz sokağa sokuyorsunuz. Büyükler bundan kurtarıyor. Neden? Geçtiğimiz günlerde bütçe geçti değil mi? 2025 bütçe kanun teklifinin bağlı cetvelleri arasında bir tablo var. Vergi harcamaları ile ilgili bir tablo. Yani çeşitli vergi türleri itibariyle vazgeçilen vergi miktarını gösteriyor. Yani devlet çeşitli nedenlerden dolayı mesela emekli söz konusuysa dul, yetim söz konusuysa bazı vergilerden o kesimleri muaf tutuyor. Bunun dışında sermaye kesimlerinin de ihracat yapıyor diye, istihdama katkı yapıyor diye onları vergilerden muaf tutuyor. Şimdi evet maalesef bu sınıf temelli verilmiyor vergi türleri itibariyle veriliyor. Biz oradan çaba sarf ediyoruz, çıkartmaya çalışıyoruz. Benim çağrım şuydu. Artık bütçe kanun tekliflerinde sınıf temelli vergi harcamalarının dağılımı verilsin ki vergi harcamasından hangi kesim daha çok yararlanıyor bunu somut görelim. Biz yine tahmin ediyoruz, bundan sermaye yararlanıyor ama daha somut görelim istiyoruz. Bu sefer Plan Bütçe Komisyonu’nda maliye bakanı kendisine sorulan bir soru üzerine bunu açıkladı. 3 trilyon vergi gelirinden vazgeçilmiş, yani 2025 için öngörülen bu. Bunun 1,1 trilyonu asgari ücret, dul, yetim, şehit yakınları ve emekliler için tanınan muafiyetler. Geriye 1,9 trilyon kalıyor. İşte o 1,9 trilyon sermayeye tanınan bir avantaj. Yani 1,9 trilyon sermayeden alınması gereken vergilerden vazgeçeceğini söylüyor, yani öngörülen vergi gelirlerinin 2025 için vergilerin yüzde 17’si. Bak kardeşim, burada mağdur edilmiyor, işte büyük sermaye çevreleri. Üstelik bunların bir kısmı bir de aflardan yararlanıyor değil mi?
Vergi borcu siliniyor, bir sürü hikayeler. Hatta Maliye Bakanı ben silmedim diyor, benim yetkimde değil. Ya önemli mi senin ya da bir başkasının olmuş, sonuçta siliniyor ama o küçük olanlar, KOBİ’ler mağdur. Yani onlar artık üretim yapamaz noktaya geliyor. Bir de şöyle bir şey var. Orta vadeli programda maliye politikaları arasında bir tedbir var. Diyor ki bazı vergi harcama şeyleri etkinliğini yitirmiştir bunlar zaman içinde tasfiye edilecek. Yani vergi muafiyeti miktarı azaltılacak diyor fakat bunu senelerdir yazıyor ama hiçbir tedbir almıyor. Her seferinde vergi harcama tutarı yükseliyor yeni bir bütçe ile. Mesela geçen seneki öngörülende 2,2 trilyon fakat gerçekleşenin ne olduğunu da hiçbir zaman bilemiyoruz. Bazen gerçekleşme tahminleri veriliyor ama gerçekleşmenin kendisi verilmiyor. Bu da kamuoyuna açıklanmıyor. Yani muafiyet ve istisna etkinliğini yitirmiş Hangi kalemler nelerdir? Kimler? Neden vazgeçtiniz? Var mı öyle kesimler? Bunlar kamuoyunu bilgilendirmiyor. Hatta takvim veriyor, iki yıldır orta vadeli program ekinde takvim veriyor. Bunların, yani bütün politika tedbirlerinin ne zaman devreye gireceği, hangi yasal düzenlemeyle. Mesela geçen yıl sonuçlandıracağı söylenen şey bu yıl yine bir politika tedbiri olarak vergi harcamalarının etkinliğini yitirenler tasfiye edilecek lafı ama yine çeyreği değiştirilmiş. Daha önce 2024’ün şu çeyreğinde diyordu. Ne oldu da 2025’e ertelendi? Bunlar açıklanmıyor. Gayrıciddi bir durum söz konusu. Hani kabaca yüzde 70/yüzde 30 diyoruz ya. Dolaylı vergiler çok. Biz adil olmayan zenginle fakirin aynı vergiyi ödeme durumu değil mi? Sigara içerken, bir şey yerken ne yapıyoruz? Zengin de ödüyor, ben de ödüyorum ama artık buna dur demek lazım. Çünkü OECD’deki oranların tersi söz konusu. Orada dolaylı vergilerin ağırlığı düşük, doğrudan vergilerin ağırlığı fazla. Bizde ise tam tersine. Servet vergisi gündemde bile değil. Bu kadar gelir dağılımı bozuk bir toplumda eğer o yoksulları bütçe kaynaklarıyla finanse etmek istiyorsanız, acilen bir servet vergisini de gündeme taşımanız lazım.
Sisteme bir diyalektik olarak bakınca şunu gözlemliyorum. Şu anda büyük sermaye sahiplerini koruyup kollamak ve onların iktidarını hakim kılabilmek için zaten bize yöneltilen dolaylı vergiler artıyor.
Bravo, zaten vergilerle ilgili bir reform yapılamadığı için kaçınılmaz olarak dolaylı vergilerin payı yükseliyor. Cumhurbaşkanı dedi ki ‘kardeşim biz de asgari ücreti açıkladık, isteyen bunun üstünde versin’ dedi. Hatırlıyor musun? Bak bütçeye bir etkisi yok. Çünkü toplu sözleşme ile kamuda ücretler belirlendiği için orada da bir ücret var ama bu asgari ücretin üstünde. Senin bütçeye bir yük getirmiyor. Tamam vergilerle vs. dolaylı etkisi var ama sen sermayeyi bu kadar yakından ilgilendiren bir şeyde tercihini niye bu kadar net sermaye lehine koyuyorsun? Sonra da durumu dengelemek için Canım siz isterseniz bunun üstünde verin gibi bir anlayış ne kadar acı, ne kadar sınıfsal tercihin çok apaçık ortaya konduğu bir durum.
GÜNCEL GÖÇ İHTİMALLERİ BÜYÜK EKONOMİK SIKINTILARA GEBE
Orta Doğu’daki gelişmelerin; gündem itibarıyla bakarsak Filistin gelişmeleri, Suriye gelişmeleri vs. Bu gelişmeler Türkiye ekonomisini nasıl etkileyecek?
Biz onların dönüşünü beklerken ama orada işler karışırsa, bir şeriatçı düzen kurulursa eski rejimin unsurları diye görülen Nusayri kesim var. Şimdi onların akrabaları bizde. Hatay’da, sınır yerlerinde bayağı kardeşler ve akrabalar var. Düşünün şimdi bu sefer de onların göçü söz konusu olabilir. Eğer orada bir rejim seküler bir yapıyı kuramazlarsa, onları sistemin içinde rejimin bir parçası haline getiremezlerse böyle bir durum da söz konusu. Bir de tabii siyasal iktidarın bu tür bir göçe tavrı da ne olacak onu da bilmiyoruz. Orta Doğu meselesi sadece Suriye’den ibaret değil, İran ve Filistin’in de meseleye dahil edilince yeni göçlerin gelip gelmeyeceği de düşünülmelidir. Onlarla ilgili ciddi bir şekilde hem meclisin hem de demokratik kitle örgütlerinin bu olası sorunlara dikkat çekecek çalışmalar yapmaları lazım. Bunların bütçesel etkilerini de tabii ki daha sonra bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.