Ergun Türkcan yazdı…
12 EYLÜL NEDİR?
Daha çok dış güçlerin isteğiyle, Yeşil Kuşak Projesi kapsamında ABD/NATO sisteminin talebi üzerine icra edilmiş bir değişim olduğundan tutun, yerli İslamcıların laik yapıları sarsmak için ordunun içine girip bu darbeyi kışkırttığına kadar pek çok uçuk-kaçık teori arasında gerçek motifi bulmak güç bir iştir. Darbenin emir-komuta düzeni içinde yapılmış olması, Türk Gen. Kurmayının NATO ile organik ilişkisi ilk teorinin temel dayanağıdır. Bu darbeden sonra ilk iş olarak Yunanistan’ın NATO’ya girmesi konusundaki Türk vetosunun kaldırılmasını istedikleri kuşkusuzdur, ama sırf bu veto için, ön cephedeki bir ülkeyi, sonucu belli olmayan bir darbeye itmeleri de pek de akla yakın değildir.
Eğer bir dış güç aranırsa askeri bir örgütten çok IMF-Dünya Bankası gibi uluslararası iktisat sisteminin düzenleyici aktörlerine bakmak daha doğru olur. Çünkü, Dünya Bankası’nda kısa stajını tamamlayıp Demirel’in Müsteşarı olan Turgut Özal’ın hazırladığı 24 Ocak 1980 neo-liberal düzene geçiş kararnamelerini hiçbir radikal karar alamayan bir Koalisyon Hükümeti ve çift kamaralı Parlamento sistemi uygulayamazdı; liberalizmin özüne ters düşse de, askeri bir disiplin gerekiyordu. İlk petrol krizinin etkileri silinmeden 1979’da ortaya çıkan ikinci kriz ise tüm iktisadi dengeleri sarsmıştı; ya çok sıkı bir iktisat yönetimi ya da tam bir liberal ekonomi düzenine geçmek gerekiyordu. Demirel siyasi durumu iyi bildiği için sıkı bir yönetim şıkkını bir yana koyup, zaten piyasacı eğilimde olduğundan neo-liberal bir iktisat modelini denemek istedi, Özal’a icazet verdi. Ama görüldü ki, bu hiç alışılmadık model de krizler yaratıyordu: ilk iş olarak döviz dar boğazını aşmak için dolar 47 liradan 70’e çıkarılınca, Şubat 1980-Şubat 1981 enflasyonu % 130’a yükseldi, sokaklar kaynıyordu; iktisat kısmında ayrıntıları görürüz.
SİYASİ GELİŞMELER[1]
Bu gelişmelerin başında 12 Eylül’de faaliyetleri durdurulan tüm siyasi partilerin 16 Ekim 1980’de bir yasa ile temelli kapatılması gelir ki, bunların bütün taşınır-taşınmaz malları da Hazine’ye devredildi. Daha önce 27 Mayıs 1960’da sadece DP kapatılmıştı, CHP duruyordu. Bu sefer Cumhuriyet’in temeli olana tüm partiler de kapatıldı; Demirel’in AP’si de bir şekilde cumhuriyetçi ve laikti. Şimdi yeni bir anayasa ne kadar cumhuriyet ve laiklik vurgusu yapsa da 20-25 yıl içinde bu unsurlardan, Kemalizm’den fazla bir şey kalmadığı görülecektir. Evren de bunu radyo-TV konuşmasında şöyle ifade ediyor: “yıkılan bir binanın enkazını kullanarak yapılan bir bina nasıl çökerse, yurdu 12 Eylül öncesine götüren partilerle kurulacak bir demokrasi de yeniden yıkılmaya mahkum olacaktır…Ayrıca Danışma Meclisinin her türlü etkiden masun olarak rahat ve huzurlu çalışabilmesi için de bu yola başvurulmasına zaruret duyduk.”
Danışma Meclis’i DM, 23 Ekim’de çalışmaya başlayacaktır. Bu meclis 6 Haziran 1981’de kabul edilen Kurucu Meclis yasası ile kurulmuştu, MGK ile birlikte yeni Anayasa altında TBMM açılıncaya kadar görev yapılacaktı. Bu iki parça arasında bir eşitlik yoktu, bir alt-üst ilişkisi vardı. Beş kişilik MGK nihai karar organı idi. DM valilerin önerdiği adaylar arasından seçilen 120 kişi ve MGK’nın seçtiği 40 üye, toplam 160 kişiden oluşuyordu.
DM Başkanlığına eski başbakanlardan Sadi Irmak 27 Ekim’de seçildi; 23 Kasım’da da, 15 üyeden oluşan bir Anayasa Komisyonu oluşturuldu, Başkanlığına Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı getirildi. Komisyonun Anayasa taslağı 7 Temmuz 1982’de açıklandı; DM’de 23 Eylül 1982, yapılan oylamada 120 kabul oyuyla taslak kabul edildi. Bu metni alan MGK kendi seçtiği bazı komisyonlarla bu taslak üzerinde büyük değişiklikler yaparak 7 Kasım 1982’de halkoyuna sundu, Anayasa % 91, 37 ile kabul edildi.

Bu anayasa sürecinde çalışanların hiç biri halk tarafından seçilmemiş, çoğu halkın tanımadığı kimselerdi; halk arasında bir anayasa tartışması olmamıştı. Aslında bu beş kişinin hazırladığı-hazırlattığı çok özel bir anayasa idi, Kenan Evren’in onayı ile yürürlüğe girmişti. Acaba bu kadar göstermelik meclislere, komisyonlara ihtiyaç var mıydı? Evren, “anayasanız budur işte” diye bir metin gösterse itiraz mümkün olacak mıydı? Ama diktatörler de, kendilerine göre bir meşruiyet arayışındadır; pratik bir faydası olmasa da. Nitekim Anayasa kabul edildikten sonra MGK’nın 71 sayılı yasası ile şu yasaklar getirildi: “Anayasanın geçici maddeleri ile Devlet Başkanının Radyo-Televizyonda ve yurt gezilerinde yapacakları tanıtma konuşmaları hiçbir surette eleştirilemez ve bunlara karşı yazılı ve sözlü her hangi bir beyanda bulunulamaz.”
Evren geçici 1. Maddeyle 12 Kasım 1982’de T.C.’nin 7 yıllığına 7. Cumhurbaşkanı oldu. MGK Başkanlık görevini, daha doğrusu Gen. Kur. Bşk’lık görevini 1 Temmuz 1983’de Org. Nurettin Ersin’e devretti. MGK ise seçimden sonra oluşan TBMM Meclis Divanı oluşunca, 7 Aralık 1983’de ortadan kalktı. Seçim nasıl oldu, hangi partiler katıldı? Evren teoreminin, eski malzemeyle yeni bir siyaset inşa edilemeyeceği iddiasının ispatı mümkün oldu mu? Bakalım.

Seçime hazırlık olarak Mayıs 1983’de siyasi parti kurulmasına izin verildi. E. Org. Turgut Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi, MDP; Turgut Özal’ın Anavatan Partisi, ANAP; E. Org. Ali Fethi Esener’in Büyük Türkiye Partisi, BTP ve Necdet Calp’ın Halkçı Partisi, HP listelerini MGK’ya sundular. Bunlardan BTP eski Adalet Partisinin devamı gibiydi, 143 eski parlamenter bu partiye üye olmuştu. Bu parti kapatıldığı gibi, partinin ve eski partilerin yöneticileri, içlerinde Demirel ve Baykal’ın da olduğu 13 siyasi Çanakkale Liman Kontrol Komutanlığı Merkezi olan Zincirbozan’da, 2 Haziran’da zorunlu ikamete mecbur edildiler, bu durum 30 Eylül’de sona erecektir. Kapatılan parti yerine kurulan Doğru Yol Partisi, DYP ile Erdal İnönü’nün başkanlığındaki Sosyal Demokrat Parti, SDP vetolanıp, seçim dışı bırakıldılar. Diğer bazı küçük partilerin de veto yemesi sonucu sadece, MDP, HP ve ANAP 1983 seçimlerine katılabildiler.
Bu partilerin hangisi ‘yeni malzemeden’ inşa edilmiştir, bakalım: MDP’nin başında emekli bir general var, belli ki, juntanın devamı olarak düşünülmüş bir yapıdır; zaten K. Evren de seçim sürecinde hep bu partinin propagandasını yapmıştır. HP’nin başında CHP’li olduğu düşünülen bir bürokrat bulunuyor, belli ki sol kesimi toplamak için düşünülmüş, ama doğrudan CHP’nin devamı sayılacak İsmet İnönü’nün oğlunun partisi seçime sokulmuyor ki, bu tarafta kafalar karışsın. Demirel’in seçmenlerini de Turgut Özal’ın temsil ettiği açıktır. Generaller, yaptıkları darbenin aslında iktisat programını desteklemek için olduğunu bildikleri Özal’ı harcamayı da göze alamadılar; program sonuna kadar uygulanmalıydı. O halde yeni malzeme nerede? Yeni malzeme yeni bir ideoloji, program ve yeni seçmenler demektir; “Yeni program” ise 4 yıllıktı.
6 Kasım 1983 seçimlerinin sonucu şöyleydi: ANAP % 45,1 – 211 mv; HP % 30,5 – 117 mv; HDP % 23,3 – 71 mv. Evren hükümet kurma görevini 7 Aralık’ta Özal’a verdi ve 24 Aralık’ta yeni hükümet 115 ret ve 65 çekimsere karşı 213 güvenoyu aldı. Zaten 12 Eylül 1980’e kadar da, hükümeti, geriden Özal idare ediyordu; şimdi Demirel bir kenara konmuş, doğrudan eski rejimin mimarı Özal onun yerine geçmişti.

Evren’in haklı olduğu bir şey vardı: eski yıkıntı malzeme ile yapılan binanın eski binanın sağlamlığı ve estetiğini muhafaza etmesi mümkün değildi. Tabii, yıkılan malzeme ile bir çok gecekondu yapmak, düzenli bir şehri gecekondu mahallesine çevirmek daha kolaydı; şehre dışarıdan gelenler yani bir zamanlar şehre-Cumhuriyet’e sokulmayanlar, artık rahatça gelip bu gecekondu aleminde yerini alabilir, tüm arsaları ele geçirip sonunda kendine ait bir gökdelen inşa edebilirdi; nitekim öyle oldu. Ayrıntılarına girmiyorum; her seçimde daha da belirsiz hatta kaotik bir tabloya dönüşen siyasi harita, neo-liberalizmin dışsal etkileriyle iyice denetim dışına taşarak, sonunda iflas edecektir. Bu süreç hiç hoş olmayan ayrıntılarla, siyasi-iktisadi iflaslarla doludur, sonunda İslamcı bir partinin tüm alana hakim olması, kendi gökdelenini şehrin ortasına dikmesiyle sonuçlanacaktır.
HER YERDE KAOS
Neo-liberalizm özünde kaotik bir dünyadır. Klasik kapitalizmde bazı kurallar, kurumlar ve en önemlisi altın-gümüş değerli bir madene bağlı sağlam bazı para birimleri vardır, ama her zayıf ülkenin içişlerine, ekonomisine burnunu sokan uluslararası IMF-IBRD gibi kurumlar yoktur. Gerçi eski dünyada da İngiltere, Hollanda, Fransa gibi büyük kapitalist-emperyalist devletler olsa da, kendi sömürgeleri dışındakilere, hatta onlara bile iktisaden fazla karışmazlar, ticareti önlemedikleri sürece. Böyle çitleri olmayan çiftlikte kahya da olmaz, işine gelen tarlaya dalar. Bu da siyaseten liberal olmayı ve daha genelde gayri-milli olmayı gerektirir; herkes kendini “yerli ve milli” ilan etse de…
Çok milliyetçi, kargaşayı önlemekle yükümlü ve hatta devletçi gibi görünen askeri idarenin sonucu, Başbakanlık Müsteşarlığında bulduğu hem iktisaden hem de siyaseten neo-liberal bir siyasetçiyi Başbakanlığa getirerek, kışlasına dönmek oldu. Özal, sadece liberal değil, aynı zamanda, gizli-açık bir İslamcıydı. Onun aşırı dini faaliyetlere girmesini, herhalde bir miktar eşi engellemiş olabilir, ama etkisi altında olduğu Amerikan siyasi sistemi, laikliği Kemalist anlamda bilmez-istemez ve uygulamazdı. Ancak, laik fakat Müslüman ülkelerin de bir şekilde İslamcı siyaset içine girmesini 1979’dan sonra ister olmuştu; Yeşil Kuşak modeli de budur. Evren’in din derslerinin mecburi kılınması, Faysal Finans’a çalışma müsaadesi verilmesi vb birkaç kararına rağmen şeklen cumhuriyetçi ve laikti. Artık Cumhurbaşkanı olarak ANAP çoğunluğu olan bir Mecliste, sadece kanunları veto etmekten başka bir yetkisi kalmamıştı.
Özal kısa zamanda yine de bir cumhuriyetçi sayılan eski patronu Demirel’den farklı olduğunu kurduğu ANAP’ın eski AP’den gelenlerin kurduğu DYP’yi her seçimde geçerek gösterdi; eski düzen siyaseten de çözülüyordu: 25 Mart 1984’de yapılan yerel seçimlerde % 41,5 ile % 13,2 alan DYP’yi geçti; ikinci parti yine eski usul CHP’den bozma SODEP idi: % 23,4. HP’nin oy oranı % 30,5’den 8,8’e kadar geriledi. Bu durumda SODEP ile HP 1985’de Sosyaldemokrat Halkçı Parti SHP adı altında birleşecek, 31 Mayıs 1986’da SHP Kurultayında Erdal İnönü Başkan seçilecektir. Ancak sosyal demokratlar Aydın Gürkan’ın 14 Kasım 1985’de kurduğu Demokratik Sol Parti, DSP ile yine ikiye bölünmüş durumda kaldılar.

ESKİ LİDERLER YENİ PARTİLERİNİN BAŞINDA
Bu durumu test eden 28 Eylül 1986 ara seçimleri oldu: yaklaşık % 88’lik bir katılımla bu kez ANAP % 32,1 lik oranla birinci çıksa da DYP % 23,5 ile ikinci ve SHP 23,5 ile üçüncü oldu; ANAP 6, DYP 4; SHP 1 mv çıkardı. Demirel parti başında olmasa da atağa geçmişti. Özal resti gördü ve 1988 Kasım’ında yapılacak genel seçimlerin 1 Kasım 1987’de yapılmasını sağladı. Bu kez yasaklar kalkmış, Ecevit DSP’nin; Demirel DYP’nin; Türkeş MÇP’nin ve Erbakan Refah Partisinin RP’nin başkanlığına geçmişti. Ancak Anayasa Mahkemesi genel seçimlerin önseçim yapılmadan gerçekleşmesini anayasaya aykırı buldu ve seçimler 29 Kasım olarak yeniden belirlendi. Bu seçim eski liderlerin güç gösterisiydi: ANAP % 36,3 ile 292 mv; SHP % 24,8 ile 99; DYP % 19,1 ile 59 mv kazandı. Sonuçta mv sayısı 450’ye çıkan Mecliste sağ taraf 351 mv ile solun karşısındaydı; ülkenin sağa kayışı açıktı. Daha dini unsurlar siper gerisindeydi, ama hazırlıklar sürüyordu. Yine de resmi adımlar atılabiliyordu: Milli Eğitim B. Vehbi Dinçerler 25 Mart 1985’de okullara gönderdiği bir yazıda Evrim Kuramına karşı çıktı: “Evrim teorisi ilim ile dini görüşlerin çatışması fikrini ima edici sonuçlar doğurmuştur.”[2]
Özal seçimleri öne alma alışkanlığını sürdürüyordu: Yerel seçimlerin 1 yıl öne alınması için yapılan Anayasa değişiklik teklifi kabul edilmeyince 15 Eylül 1988’de yapılan referandumda Özal % 65 hayır oyuyla kaybetti. Bu arada 18 Haziran’da yapılan ANAP 2. Büyük Kongresi konuşması sırasındaki suikastı elinden yararlanarak atlatan Özal, bu işin sonuna geldiğini de artık anlamış olmalıydı: Evren’in 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı bitiyordu. Meclis’te 31 Ekim 1989, yapılan 3. Tur oylamayla 263 oyla Özal, Türkiye’nin 8. Cumhurbaşkanı seçildi; o da aynı gün Yıldırım Akbulut’u Başbakan atadı. Burada keselim, başka ayrıntıları görelim.
MİLLİ GÜVENLİK KONSEYİ, MGK DÖNEMİ GELİŞMELERİ, 1980-83
Bu dönemdeki askeri mahkemeler, daha çok Sol üzerindeki baskılar, mahkumiyetler-idamlar yanı sıra dış dünyadaki Ermeni terörü bilinen çizgilerde gelişti; zaten juntanın amaçlarından biri buydu. İlgi çekici bir dava Barış Derneği’nin 30 yöneticisi hakkında 17 Mayıs 1982’de açılan ve 14 Kasım 1983’de İstanbul 2 No.’lu Askeri Mahkemede sonuçlanan davaydı. 18 sanığa 8 yıl, 5 sanığa da 5 yıl hapis verildi. Ancak bu davalar bitmedi, tekrarlandı ve Barış 2 diye yeni bir dava 1984’de açıldı: Barış isteyen sol aydınlara gözdağı olsun, diye.

Bu özel davanın askeri mahkemede görülmesi sıkıyönetim içinde olağan bir durumdu. Ancak daha kalıcı siyasi bir mahkeme kurmak gerekiyordu: Sol siyasetçilerin ve özellikle DİSK’in bastırmasıyla kapatılan Devlet Güvenlik Mahkemesi DGM sistemi, cunta giderken yeniden 16 Haziran 1983’deki yasayla canlandırıldı.[3] Buna göre, “devletin güvenliğini tehlikeye attığı düşünülen cürümlerle ilgilenen” ve bünyesindeki beş yargıcın ikisinin asker olduğu DGM’ler, yerlerini benzer işlevler yüklenen Özel Yetkili Mahkemelere bıraktığı 2004 yılına kadar toplumsal muhalefetin sindirilmesi amacıyla kullanıldı.”[4]
Baskıyla terör ne kadar önlenebilir? Yurtta bir süre sessiz kalsalar da bu kez yurt dışına cani ihracı başladı; Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca 13 Mayıs 1981 günü, Roma’nın tam göbeğinde, Vatikan-San Pietro Meydanında Papa II. Johannes Paulus’u vurup, çok ağır yaraladı, ama öldüremedi. Fakat şöhretimiz ayyuka çıktı. Ermeni terörü de genişledi, sadece Fransa’da değil, hatta ASALA Esenboğa havaalanına gelip, 8 kişiyi öldürdü. Sadece 1981 yılındaki saldırılarda başta Paris’te; Kopenhag’da; Tahran’da, Beyrut’ta, Los Angeles’te bir çok Türk diplomat ve görevlisi öldürüldü, iş yerleri işgal edildi. Sonunda onlara anladıkları tarzda cevap verilecek, biraz geç olsa da, faturayı ödeyip, bir daha ses çıkaramayacaklardır.

Sol olaylar daha çok üniversite odaklı olduğundan bu sistemin zapt-u rapta alınması gerekli görüldü ve Yüksek Öğretim Kurulu YÖK kanunun 4 Kasım 1981’de MGK tarafından kabul edildi ve Başkanlığına Prof. İhsan Doğramacı getirildi; yepyeni bir kurumdur. Üniversiteler Batı’daki gibi kendi başlarına gelişen, bilim-teknoloji ve öğretime yön veren bağımsız bilim kurumları değil, askeri yani hiyerarşik bir düzende, ilkokul veya ortaokul, lise gibi tepeden yönetilen homojen yapılar olmalıydı ki, kontrolü kolay olsun. Kanunun 1. Maddesi şöyledir: “Yüksek öğretimle ilgili amaç ve ilkeleri belirlemek ve bütün yüksek öğretim kurumlarının teşkilatlanma, işleyiş, görev ve sorumluluklarıyla eğitim-öğretim, araştırma, yayım, öğretim elemanları, öğrenciler ve diğer personelle ilgili esasları bir bütün içinde düzenlemek”. Tabii bu düzenlemenin başlangıcı bir temizlik olmalıydı; bine yakın, belki daha fazla öğretim üyesi öğretim elemanı, sorgu sual olmadan, Sıkıyönetim tarafından, kendilerine içeriden verilen listelere dayanılarak tasfiye edildi; bilime ve bilim özgürlüğüne büyük bir darbeydi. Bu arada TÜBİTAK da nasibini aldı, tama özerklik sağlayan 1963’deki kuruluş kanunu değiştirilerek 1987’de tüm yönetimi Başbakan tarafından seçilen, Hükümete bağlı bir kurum haline geldi. Bu yasa 1993’de, Başbakan Yrd. olan Erdal İnönü zamanında yeniden eski haline dönecektir.
Büyük bankalar, Rothschild, Morgan gibi büyük ve eski aile türü bankerler liberalizmin ana direklerini oluşturur. Bizde ise, İller Bankası çaycısı, köşe başı piyango bayii, mahalle bakkalı vb kendinden menkul tipler neo-liberal ekonomimizin baş aktörleri oldular; çok hızlı şekilde paradan para kazanmak isteyen halkımız da ellerindeki tüm paraları bunlara vererek neo-liberalizmin ne olduğunu anladılar. Bu derslerin ücreti çok yüksekti, intihar edenler görüldü. Daha henüz şehirleşme aşamasındaki halkımızın her kesiminin, ileri kapitalizmin kurum ve kurallarına, işleyişine ne kadar yabancı olduğu ve kolayca aldatılabileceği ortaya çıktı.
Evren giderken önemli bir karar daha alındı ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 15 Kasım 1983’te kuruldu; aslında federe bir devletti. KTFD, Güney Kıbrıs ile bir çatı altında birleşme kapısını açık tutmak için bu yolu seçmişti. Kıbrıs Türk Federe Meclisi bu kararı açıklamış, Rauf Denktaş’ı Başkan seçmiş ve hemen Türkiye tarafından da tanınmıştı; başka da kimse tanımayacaktır. Sadece Yunanistan ve İngiltere değil, BM Güvenlik Konseyi de, 18 Kasım 1983 toplantısında, Pakistan’ın ret, Ürdün’ün çekimser kalmasına rağmen 13 oyla bağımsızlık kararının geri alınmasını öngören kararı kabul etti; Türkiye bu kararı tanımayacağını açıkladı.
Gerekçesi 1960’da kurulan Kıbrıs devletinin topraklarının işgalini kabul etmemekti. Oysa bu devlet 1974’de kendi içinde Rumların yarattığı bağımsızlık kargaşasıyla içindeki iki halkın birbiriyle savaşıp, yerlerini değiştirmeleri ve garantör devletlerin düzeni sağlamak için celp edilmeleriyle zaten kendiliğinden yok olmuştu. Bu konuda uzman olmadığım halde Devletler hukukundaki debalacio kavramının bu olaya denk düştüğünü sanıyorum; kendini yok etmiş bir devletin parçalarından biri üstünde yeni bir devlet kuruluyor. Eğer bu devlet yani Kıbrıs Türk Federe Meclisi bir karar alıp Türkiye’ye katılma konusunda bir referanduma gitseydi ve Hatay gibi Türkiye’ye katılsaydı, o zamana göre, 68. Vilayetimiz olup, milli sınırlar içindeki yerini alırdı. Tabii, yine Avrupa-ABD ve bağlı ülkeler bunu tanımayacaktı, ama Türkiye’nin sınırlarını ve varlığını yok sayamayacakları için bir süre sonra, de facto bir tanınma olacak, bu da eski bir diplomatik olay olarak hatırlanacaktı. Ama artık çok geç, demir tavında dövülür…
Hukuka saygı gösterdik de ne oldu? Ne AB’ye alıyorlar ne de hiçbir konuda, Ege suları, hava sahası bir yana burnumuzun dibindeki deniz kayalıklarını bile bize çok gördükleri açıktır. On İki Adalar, hiçbir hukuki gerekçesi olmadan İtalya’dan Yunanistan’a verilirken; İsrail, Doğu Kudüs ve diğer toprakları işgal ve iskan ederken ses çıkarmayanlar, Türk deyince hukukun baş temsilcisi kesiliyorlar. Avrupa’nın tarihi hukuk performansını burada yazmayalım…
TURGUT ÖZAL’IN BAŞBAKANLIK DÖNEMİ, 1984-89
Aralık 1983’de Başbakan olan Özal’ın karşılaştığı, günümüze kadar da Türkiye’nin en önemli siyasi sorunlarının başında gelen veya yeniden hortlayan Kürt Meselesidir. Yeni kurulmuş PKK 15 Ağustos 1984’de, Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçelerini basıp karakollara ve lojmanlara saldırıp, bir süre minarelerden ve meydanlardan propaganda yapıp Kuzey Irak’a doğru çekildi. İlk başta fazla önemsenmedi, ama faturası büyük olacaktı, çünkü PKK (Partiya Karkeren Kurdistan)[5] mücadelesine “düşük yoğunluklu savaş” dense de bu şiddetli çatışmalar dizisidir; on binlerce ölü ve yaralı demektir. Cumhurbaşkanı Demirel’e 1998’de sunulan bir raporda, 1984 ila 1998’in ilk yarısında 22.165 PKK militanın öldürüldüğü bildirilmiştir. Aynı dönemde 3982 asker-subay, 157 polis, 1122 korucu ve 2303’ü çocuk 5234 sivilin öldürüldüğü açıklandı; toplam ölüm bilançosu 32,650 oldu. Bunun dışında Resmi açıklamalara göre, düşük yoğunluklu savaşa, 1994’de 7; 1996’da 9 ve 1997’de 10 milyar dolar harcandı ki, toplam-gerçek maliyeti kimse kolay hesap edemez. Bu sorunun uluslararası boyutu da çok vahimdi; Türkiye’nin her bakımdan başına dert oldu, ayrıntılara girmiyorum; yeri gelince değiniriz.
Aydınlar Dilekçesi denilen, başta Aziz Nesin, Yalçın Küçük vb. 1256 aydın ve sanatçı tarafından, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işlemesi amacıyla imzalanan ve 15 Mayıs’ta Kenan Evren’e sunulan dilekçe davasına, Ankara Sıkıyönetim mahkemesinde 15 Ağustos’ta başladı ve çok uzun sürdü ve 1986’da beraatla sonuçlandı. Siyasi amaçlı dilekçe vermek siyasi suçlar arasında sayılıyordu, ama artık ünlü Barış Derneği davası gibi ağır hapisle sonuçlanmıyordu. Hatta 12 Eylül sürecinde tutuklulara işkence yapıp öldürenler hakkında davalar aşılmaya başlandı: en önemlisi yayıncı İlhan Erdost’u döverek öldüren 5 asker hakkında 10 ila 8 yıllık hapis cezaları verilmesiydi. Bu da bir gelişmeydi…
Bir başka gelişme de görev başındaki bir bakanın rüşvet skandalında istifa etmesi ve mahkum olarak cezaevine konmasıdır. Devlet Bakanı İsmail Özdağlar’ın petrol işlerine bakması ve de suçlamanın petrol nakliyatıyla ilgili olması, karışan çok ünlüler vb. olayı oldukça kuşkulu bir hale soktu ve yargılamayı tartışmalara açtı. Özal bile şahit olarak dinlendi. Sonuçta Yüce Divan, rüşvet suçlamasını yeterli bulmayıp, İsmail Özdağlar’ı 14 Şubat 1986’da, görevini kötüye kullanmaktan 2 yıl hapis cezasına çarptırdı; o da bu cezayı ses çıkarmadan çekti.[6]
ÖZAL’IN KENDİNDEN MENKUL DIŞ POLİTİKASI
Başbakan olarak Özal, ticari ilişkiler odaklı, Doğu-Batı sentezi çerçevesinde Dışişlerini fazla dikkate almadan kişisel girişimleriyle bir dış politika yürütmeğe çalıştığı için 1983-87 dönemi Dışişleri Bakanı olan Vahit Halefoğlu, dönem sonunda görevi bıraktı. Bu dönemde, 12 Eylül Darbesinden sonra 1981’den beri Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Strasbourg’da temsil edilemeyen Türkiye’nin yeniden Konseye kabulü 8 Mayıs 1984’de gerçekleşti; siyasi bir jestti. Yunanistan, her zaman olduğu gibi, NATO, ABD ve AET içinde sürekli Türkiye aleyhine sorunlar çıkarmakla meşguldü. Aslında Türk Dışişleri Bakanlığı bir tür Yunanistan Bakanlığı gibi bir örgüttür.
Özal’ın başına başka bir dert de, bu kez Doğu’daki Kürtlerden değil, Batı’daki komşumuz, eski vilayetimiz Bulgaristan’dan geldi. Todor Jivkov’un Cumhurbaşkanı olduğu gerçek bir Sovyet peyki olan ülkedeki Müslüman Türklerin dinlerini, adlarını ve dillerini değiştirmeleri için yapılan baskıları gündeme getirdiyse de bu notalar savaşından bir sonuç çıkmayacak, sonunda binlerce eski soydaş Türkiye’ye hicret edecektir. Bulgarlar eski devletleri Osmanlıya Rusya’nın desteğiyle ihanet ettikleri gibi, Sovyetler çökünce de hızla Batıya NATO ve AB’ye atlayacaklardır. Türkiye ise 14 Nisan 1987’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’na, AET (sonra Avrupa Birliği AB) tam üyelik için başvurdu; hala bekliyor…
SİVİLLER İLK KEZ ORDUNUN İÇ İŞLERİNE KARIŞIYOR
Özal daha 7 Aralık 1983’de Başbakanlık görevini almadan önce 3 Aralık 1983’de Gen. Kur Bşk. na atanmış olan Org. Necdet Üruğ, 30 Ağustos’u beklemeden, 15 Haziran’da emekliye ayrılacağını açıkladı. Necdet Üruğ’un görevi Temmuz başında KKK Org. Necdet Öztorun’a devretmesi beklenirken, 29 Haziran Bakanlar kurulu toplantısında, bakanların genel eğilimleri doğrultusunda Öztorun’un değil, İkinci Başkan Necip Torumtay’ın Gen. Kur. Bşk olmasına karar verildiği açıklandı. Öztorun’un 30 Haziran’da istifasını vermesi üzerine Torumtay önce KKK ve Gen. Kur. Bşk. vekilliğine atandı ve üçlü kararname Evren tarafından imzalandı. N. Torumtay 25 Temmuz’da resmen göreve başlayınca KKK’ya da Ege Ordu K. Org. Kemal Yamak atanacak, ama dedikodu sürecektir: Acaba bu TSK’nın 2000’li yıllara kadar saptadığı kumanda zincirini bozmak için yapılmış bir müdahale miydi? Böyle ise bu Üruğ’un istifasıyla başlamıştı; oysa Org. Üruğ devir-teslim töreninde şöyle konuşmuştu:”…kamu oyu önünde kopartılan fırtınanın siyasi darbe, demokrasi kurtuldu, orduda operasyon, demokrasinin zaferi gibi çığlıkların anlam ve amacını anlamak mümkün değildir.”[7] Torumtay’ın Özal’ın Irak’a müdahale arzusuna karşı çıkarak 1990’daki istifasına da yeri gelince değineceğiz.
NEO-LİBERAL İKTİSADIN HEDİYESİ YÜKSEK FAİZLER[8]
Yeni-serbest iktisat düzeni diyelim, daha şık oluyor, Özal onu Türkiye’ye tüm kurum ve kurallarıyla getirmişti, şimdi Çankaya’da tepeden gelişmeleri izliyordu. 24 Ocak Kararından sonra 8 yıl geçmiş, refah yerine faizler artmıştı. Tabii, faizden geçinen para babaları ve artık bizim Wall Street’imiz sayılan Tahtakale esnafı dışında halkımız, işçiler, memurlar, emekli maaşına bakanlar fazla mutlu değildi. 10 Ekim 1988 Pazartesi günü Tahtakale’de dolar 1885 liradan işlem görmeye başladı. Merkez Bankası müdahaleye başladı; 85 milyon dolar satarken piyasadan da 300 milyar TL çektiği söylendi; fakat o kadar çok para basılmıştı ki, çek çek bir türlü bitmez. Sadece bu tedbirler değil, mevduat faizleri de yükseltildi: sonraki haftada % 88’e çıkan mevduat faizleriyle dolar 1700 liraya kadar düşse de, yılsonunda yine 1800’lerdeydi.
Buna rağmen 1986 v1 1987 yıllarında büyüme hızı, GSMH’nın artışı % 6,8 ve 9,8 olmuştur. 1980’lere kadar 16 milyar doları aşmayan dış borç miktarı 1987’de 33 milyarı gördü; büyük bir artıştı. İran ile gaz anlaşması yapıldığı gibi, Katar ile de doğal gaz boru hatta projesinin görüşmeleri başladı; Türkiye doğal gaz dönemine girmişti, ilerde stratejik bir önem kazanacak, bundan sonra daha hızlı gelişmeler yaşanacak, döviz-faiz-enflasyon sarmalı genişleyecekti. Henüz, büyük bir Nass iktisatçısının meşhur “Faiz sebep, enflasyon sonuç” şeklindeki teorisi bilinmiyordu; göreceğiz.
[1] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 4. Cilt, 1981-2000, YKY, 2003, ss 10-11 ve diğer yıllar.
[2] Age., s 140.
[3] DGM ilk kez 1973 Anayasa değişikliği ile gündeme gelmiş, yasası 26 Haziran 1973’de yasalaşmış, DGM’ler 1 Nisan’da resmen çalışmaya başlamıştı, fakat Anayasa mahkemesi biçim yönünden yasayı iptal edince 11 Ekim 1976’da yürürlükten kalkmıştı. Yeni sistemde büyük 8 şehirde kurulan DGM’ler, “Cumhuriyet aleyhine işlenen” ve “devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren” suçlara bakmakla yükümlüydü. 18 Kasım 1992’de çıkan yasayla DGM’lerin bakacağı suçların kapsamı genişletildi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1998’de baktığı bir davada bu mahkemeleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bulmuştu. Cumhuriyet Ansiklopedisi, 4. Cilt, 1981-2000, YKY, 2003, s 78.
[4] Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, Toplu eser, Yordam Kitap, 2015, s 785.
[5] Bunun 1976’da küçük bir grup olarak doğduğu ve bilinen adıyla 17 Kasım 1979’da kurulduğu anlaşılıyor.
[6] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 4. Cilt, 1981-2000, YKY, 2003, s 136.
[7], ibid., s 198.
[8] İbid., ss 244-45.