Mustafa Özgür Sancar yazdı…
Hiç şüphe yok ki polisiye edebiyatının en popüler ürünü, hâlâ Sherlock Holmes… Son derece anlaşılır nedenler, onu bir buçuk asırdır edebiyat gündeminde tutuyor.
Her şeyden önemlisi, polisiye romana meraklı özel kitlenin dışında kalan okuyucunun da sürükleyici bulacağı bir anlatım akışıyla yazılmış.
ANALİTİK DÜŞÜNCE, RASYONALİZM VE MERAK DUYGUSU
Yazar Sir Arthur Conan Doyle yalın; fakat etkileyici bir tasvir gücüne sahip; belki de bu denli etkili olması yalın kalabilmeyi başarmasından kaynaklanıyor. Sayısız karakter, olay ve bilgiyi neden sonuç ilişkileri içerisinde aktarmak sade bir anlatımın sınırlarını bir hayli zorlar.
Doyle, yalın anlatımdaki başarısının sonucu, okuyucuyu mutlak bir biçimde hikâyenin içine çekiyor. Failin bulunmasına kadar uzanan süreç, aynı zamanda tanımadığımız insanların yaşantısına ortak olup duygularını hissetmemizi sağlıyor. Bana göre Sherlock Holmes hikâyelerinin büyüsü burada.
Okur, ilginç ve acı olan bir yaşantının içerisinde, zarar görmeden dolaşıyor; bu rahatlık ve merak hissi doğuruyor. Sonuca giden parçaların bulunması merak duygusunu hep diri tutuyor. Olay, nesne ve insan arasındaki bağıntı, mutlak biçimde akılcı ve bilimsel yöntemlerle kuruluyor.
Kurguyu mükemmelleştiren bu yapı, bir sonraki öykü için de okuyucuyu elinde tutmayı başarıyor.
GERÇEĞE YAKIN BİR HAYALİ KAHRAMAN
Sherlock Holmes gerçekte yaşamayan bir karakter; fakat ne var ki gerçek bir adresi var. Londra’da Baker Sokak 221B. Bugün müze olarak kullanılıyor. Bu durum şaşırtıcı olmamalı; çünkü hayali bir kahraman olan Holmes, aslında bir gerçek kimlik ve toplumsal kesitin edebiyattaki izdüşümüdür. Üzerine pek çok tez yazılmış, teori geliştirilmiş.
19. YÜZYIL AVRUPA FELSEFESİ
Holmes katı olarak nitelendirebileceğimiz prensiplere sahip. Nesnellik temel ölçütü; duygusallığı sürekli biçimde öteliyor. Analitik düşünebilme yetisi ve rasyonel kişiliği akıl yürütmede en sadık rehberi. İnsanlara karşı mesafeli; hatta en yakınındakilere bile… Dövüş sanatlarındaki yetkinliği kendisine yönelik örtük bir saygıyı getiriyor; ayrıca sinema uyarlamaları için de verimli bir özellik.
Bilimsel bilgi ve belgelere dayanarak çalışma ilkesi, Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan pozitivist anlayışın bir ürünü olduğunu gösteriyor. Doğrudan sonuca gitmek ya da sonuca götüren bilgi ve olayı mutlak kabul etmek, rasyonalizme sıkı sıkıya bağlı bu edebiyat efsanesinin felsefesini anlatıyor. Aslında bu, 19. yüzyıl Avrupa felsefesi.
İNGİLİZ EMPERYALİZMİNİN TOZU
Ne var ki, Sherlock Holmes karakteri Aydınlanma ve pozitivizmi, 20. yüzyıl yayılmacılığı içersinde gerçekleştiren bir tercihin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Conan Doyle, hayatından izler taşıyan Sherlock’u, özellikle Son Vakâ ya da Son Reverans’ta, İngiltere’nin çıkarlarını savunan, aynı zamanda siyasal öngörüsü güçlü bir karakter olarak tasvir etmiştir; 1. Dünya Savaşı’na atıfta bulunan final cümlesi bunun sarih kanıtı; ona göre İngiltere’nin emperyalist çıkarları mutlak bir kabulü gerektiriyor.
“Bir şark rüzgârı geliyor, Watson. (…) Öyle bir rüzgâr ki İngiltere’de böylesi esmedi. Soğuk ve acı bir rüzgâr bu Watson ve bir çoğumuz karşısında çürüyüp gideceğiz. Fakat yine de Tanrı’nın rüzgârı bu ve fırtına dindiğinde, güneşin altında daha temiz, daha güzel ve daha güçlü bir toprak yatacak.”
İngilizlerin “Güneşin Batmadığı İmparatorluk” metaforuna gönderme yapan bu pasaj, aynı zamanda gerçekçi bir yaklaşımla, emperyalist paylaşım savaşlarının yıkıcılığını itiraf ediyor.
Sherlock Holmes, gerçeğe yakın bir hayal kahramanı olduğu kadar; heyecan ve mantığı dengeli biçimde buluşturabildiği için çok okunuyor; ancak İngiliz çıkarlarından menkul tözü itibarı ile mesafeli bir okumayı gerektiriyor.