Atatürk döneminde çocuklar aç mıydı?

featured

Mustafa Solak yazdı

Yavuz Bahadıroğlu, 23 Nisan günü Atatürk ve döneminin yöneticilerinin çocuk ölümlerine duyarsızlığını kanıtlamak için şu tweet’i atmıştı:

“Övgüler düzülen yıllarda Kızılay’ın gazetelere verdiği bu ilânı M. Armağan yayınladı. Buna göre, 1929 yılında binlerce aç çocuğumuz vardı. Öte yandan ‘Çocuk Bayramı’mız da vardı. Yaşasınnnn!..”

Bahadıroğlu’nun fotoğrafını aldığı Mustafa Armağan da ilgili tweetinde “Birilerinin bize ALTIN ÇAĞ diye yutturmaya kalktıkları 1929 yılında meğer İstanbul’da okula devam eden 6000 çocuk AÇ imiş.

2500’üne Kızılay HAFTANIN 3 GÜNÜ BİRER DİLİM EKMEK VE BİRER PARÇA PEYNİR VEREBİLİYORMUŞ

Ve bunca sefalet varken

Bugün 23 Nisan

Neşe doluyor in…”

Bahadıroğlu ve Armağan’ın yazdıklarına vereceğimiz yanıtın anlaşılabilmesi için Atatürk dönemindeki çocuk meselesine eğilmeliyiz. Zira sadece 1929 yılı için değil Atatürk dönemiyle hesaplaşmak istiyorlar.

OSMANLI’DAN DEVRALINAN ÇOCUK MESELESİ

Atatürk döneminde çocuk meselesini anlayabilmemiz için Osmanlı döneminde çocuklarla ilgili gelişmeleri göstermeliyiz.

Trablusgarp, Balkan, 1. Dünya savaşlarında çocuklar öksüz veya yetim kalmıştı.  Savaşlara yapılan harcamalar, yenilgiler, sınırların daralması nedenleriyle nüfus azalmış, yoksulluk ve çaresizlik artmıştı. Anadolu’ya yoğun göç hareketleri, salgınları, ekonomik ve toplumsal sorunları artırmıştı. Dolayısıyla sorun çocukların beslenmesinin ötesindeydi. Bir “çocuk sorunu” devralınmıştı. Sağlık hizmetlerinin yetersizliği, salgın hastalıkların, teşkilatsızlığın, ekonomik zorluğun ve ebeveynlerin eğitimsizliğinin getirdiği bakımsızlık ve gıdasızlık çocuk ölümlerinin artmasına neden oluyordu. 1920’li yıllarda dizanteri, kolera, kanlı basur, kuşpalazı, kızıl, difteri, kabakulak gibi tehlikeli ve bulaşıcı hastalıklar çocukları tehdit etmekteydi.

  1. Dünya Savaşı’na katılan Sabahattin Selek verem, trahom, sıtma ve frenginin milli mücadelenin insan kaynağını son derece verimsiz kıldığını belirtiyordu.[1]Dahası terhis olduktan sonra 1919 başında memleketine dönmekte olan yedek subay Cevat Dursunoğlu’nun Erzurum’u şöyle gördüğünü aktarır:

“1915 – 1916 kışında tabyalarında döğüştüğüm Erzurum şehri bir enkaz yığını olmuştu. Savaştan önce seksen bin nüfusu oldukça refahla besleyen, çarşılarında, pazarlarında kalabalıktan geçilmeyen bu gösterişli sınır kentinden kocaman bir köy harabesi ortada kalmıştı. Savaş yıllarında onbinlerce insan tifüsten ve çeşitli bulaşıcı hastalıklardan ölmüş, istila öncesinde eli, ayağı tutanlar muhacir olmuş, onbin kadar hemşehriyi de Ermeniler çekilirken öldürmüşlerdi. Şehirde kılıç artığı olarak üç, dört bin kişi kalmıştı. Bir bu kadar da köylerden buraya göç etmişlerdi. Bu yüzden şehir köyleşmişti.”[2]

Milli mücadele yoksul, perişan, sağlıksız insanların olduğu bir ortamda gerçekleşiyordu. Sabahattin Selek toplanan askerlerin barındırılamadığını, doyurulamadığını, giydirilemediğini ve en uzak yerlere gidecek askerlerin bile, yaya olarak yola çıkarıldığını; bu sebeplerle cephelere giden askerlerin yollarda açlıktan ve soğuktan hastalandığını, öldüğünü vurgular. Askerin hemen hemen yarısı hastanelerdedir. Bakımsızlığa örnek olarak Konya’da bulunan 12. Kolordu hastanelerinde yatanların % 80’inin zatürre olduğunu gösterir ve şunu ekler:

“Cephe gerilerinde ölen, cephede ölenlerden çok fazla idi. Genel Kurmay Sağlık Dairesi Raporlarına göre, hastahanelere yatırılan hasta sayısı 1921 yılında 151.783, 1922 yılında ise 274.988 kişidir. Tifo, tifüs, dizanteri, zatürrie, yılancık, nezlei müstevliye hastalıklarından binlerce kişi ölmüştür, ölüm olayı az olmakla beraber, kabakulak hastalığı da çok yaygındı.”[3]

Milli mücadelede hastalıkları, salgınları durdurmak savaşın başarısı için hayatiydi. Mustafa Kemal Atatürk, daha savaş bitmeden 1922 yılında nüfusun sağlığı üzerinde durmuştur. 1. Dünya Savaşı’yla Osmanlı’dan devralanın durumu ve bunun Kurtuluş Savaşı’na etkilerini şöyle anlatmaktaydı:

“1. Dünya Savaşı sırasında, bu yörelere sığınmak zorunluluğunda kalan doğu illeri ve kurtarılmış halkından dörtte biri memleketlerine gönderilmiştir. Bunların hemen yarısı yurtlarına ulaşmışlardır. Bu yıl geri kalan mültecilerin de iadesi kararlaştırılmıştır. Sonradan kurtarılan Adana ve Gazi Antep mültecileri memleketlerine iade edildiler. Henüz kurtarılmayan Batı illeri mültecilerine imkân buldukça yardıma devam olunuyor. Yurtlarına yeni dönenlere bu konudaki kanun gereğince yemeklik, tohumluk verilmesi, ayrıcalık tanıma ve bunun gibi kolaylıklar sağlamak suretiyle yardım edilmektedir. Göçmen ve mülteci öksüzler için açılan yetim yurtlarının birer sanat okulu haline getirilmesine çalışılmaktadır. Milli sınırlarımızın dışında kalan yerlerden sığınan dindaşlarımız, şimdilik yalnız parasal yardım görmektedirler. Bu yıl bunların ve ülke içinde iskân edilmek isteyen diğer göçmenlerin yerleştirilmesine başlanacaktır.”

Sağlık ve sosyal yardım konusunda izlen amacı şu şekilde belirtmişti:

“Ulusumuzun sağlığının korunması ve kuvvetlendirilmesi, ölüm oranının azaltılması, nüfusun artırılması, sosyal hastalıkların ve bulaşıcı hastalıkların etkisiz bir duruma sokulması, böylece ulus fertlerinin dinç ve çalışmaya yetenekli kusursuz vücut yapılarına sahip olarak yetiştirilmesi…”

Hastalıklara karşı alınan önlemleri de şöyle açıklıyordu:

“1920 yılında iki yüz altmış doktor görevli idi. Bu sayı, bu geçen yıl zarfında üç yüz on ikiye yükseltildi. Elli doktor daha bulunup, doktorsuz ilçelere gönderilmeleri düşünülmektedir. Bu yıl bulaşıcı hastalıkların yayılması önlendi, baş gösteren hastalıklar derhal sıhhi önlemler alınarak, bulundukları yerde yok edildi. Bulaşıcı hastalıklara karşı en kesin önlem olan aşılar, artık tümüyle ülkemizde yapılmaktadır. Üç milyondan fazla kişiye yetecek çiçek aşısının Sivas’ta yapılmış bulunduğunu belirtmekle bu konuda gerekli bilgiyi vermiş oluyoruz. Ülkenin sıtmalı bölgelerine yeterli miktarda kinin dağıtılmıştır. Frengi hastalığının yok edilmesi için de gerekli olan para sarf edilmiştir.”[4]

ATATÜRK DÖNEMİNDE ÇOCUK POLİTİKASI

Savaşın başarısından sonra da Cumhuriyet, fakir haline rağmen Osmanlı’dan kalan borçları ödeyecekti. Hastalık ve salgınların olduğu ama doktorun, sağlık görevlisinin yetersiz olduğu bir tarihsel miras devralınmıştı.

Peki Atatürk dönemindeki sağlık ve çocuk politikaları nasıldı?

“Sağlam, gürbüz nesil” politikası gereği sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılmasına, sağlık teşkilatının kurulmasına, doktor, hemşire ve diğer sağlık görevlilerinin yetiştirilmesine önem verildi. Ailelere, özellikler annelere temizlik kuralları ve bebek ve çocuk bakımına, hastalıklara yönelik bilgilendirmeler yapıldı. Salgınla mücadele için önem kurumlar oluşturuldu. Örneğin Sıtma Mücadele Örgütü, Verem Savaş Örgütü kuruldu.

Nüfusun artırılmasına çalışıldı ama yukarıda belirttiğimiz sebeplerle bebek ve çocuk ölüm oranı yüksekti. Ankara Kalecik’teyapılan bir ankette doğum ile ölüm arasındaki oran % 48,6 çıkmıştı. Ailelerin, yeni doğan bebeklerin giydirilmesi, beslenmesi, yıkanması, büyütülmesi konusunda hiçbir bilgiye sahip olmadığı için çocuk ölüm oranının % 70-80 olduğu tahmin ediliyordu.[5]

Nüfusla ilgili net bilgiler yoktu. Atatürk 1923 yılında “nüfusun artma veya azalma oranı anlaşılmadan, artma nedeninin devamı ve azalma nedeninin ortadan kaldırılması için” genel nüfus sayımı yapılmasını önermekteydi. Dahası salgın hastalıkların fazlalığına dikkate çekerek en ölümcülleri olan sıtma, frengi ve vereme karşı önlemler alındığını vurgulamıştır.[6] 1924’te “nüfusun korunması ve sağlık içinde bulundurulması ve çalışanların sağlıklı ve canlı olmasını sağlayıcı önlemlerin en başında sıtma mücadelesi bulunmalıdır”[7] demekteydi.

Daha cumhuriyet ilan edilmeden Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin kurucusu ve genel sekreteri Dr. Mehmet Fuad Umay, 1923 yılında, toplumsal kurumları incelemek ve Amerika’da yaşayan Türk yurttaşlardan, Anadolu’da yetim, öksüz ve muhtaç çocuklara yardım toplamak amacıyla Amerika’ya gitmiştir.[8]

Atatürk 1925 yılında sağlık alanında yapılanları “sağlık savaşı” olarak nitelemiş ve artarak sürdürülmesi gerektiğini vurgulamıştır.[9]

Atatürk döneminde devletin desteğiyle Himaye-i Etfal, Hilal-i Ahmer (Kızılay), Türk Maarif Cemiyeti çeşitli sosyal cemiyetler kurulmuştu. Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin Süt Damlası, Ana Kucağı, Anneler Birliği, Çocuk Sarayı, Çocuk Yuvaları, Çocuk Bahçeleri, Doğumevleri, Kalender Öksüzler Yurdu, Gündüz Bakım Evleri-Kreşler gibi kuruluşları vardı.

Süt Damlası, 1924 yılında bir kurulmuştur. Bu kuruluş, anneleri ölen veya annesinin sütü olmayan fakir çocuklara süt vermiştir. Ayrıca haftada bir çocuklara muayene hizmeti vermekteydi. Anneleri çocuk büyütme konusunda bilgilendiriyordu. Zayıf ve kansız çocuklara, yazın Florya’dan getirilen kum tabakası üzerinde güneş banyosu; kemik hastalığına hatta deri veremine yakalanmış ve zayıf çocuklar için de ultraviyole uygulanıyordu. Dini ve milli günlerde çocuklara giysi ve bebeklere kundak, fakir annelere erzak veriliyordu.[10]

Ana Kucağı’na süt çağındaki çocuklarla, yedi yaşına kadar olanlar kabul edilmekteydi. Elli yatağın üzerinde kapasitesi vardı.[11]

Anneler Birliği, gebelik zamanında, doğururken ve doğurduktan sonra annelerin birbirine desteğini temin etmek ve gürbüz çocuk yetiştirmek üzere kurulmuştu. Fakir gebelere sepet beşik, kundak ve sütten kesilen çocuklara taze sebze ve bazı unlu gıdalar vermiştir.[12]

Çocuk Sarayı’nı TBMM hediye etmişti. Bu binada dershane, eczane, muayenehane, sinema, banyo mevcuttu. Gündüz işe giden kadınların çocukları zaman geçirmekte ve süt içebilmekteydi.[13]

Doğum masraflarını ödeyemeyen, gebelik hastalıklarını tedavi ettiremeyen analar için “Doğum Evleri” kuruldu.[14]

BAHADIROĞLU VE ARMAĞAN ÇARPITIYOR

Bahadıroğlu ve Armağan’ın 6000 aç çocuktan bahseden gazete haberi doğrudur. Hatta 1927 yılında devlet ilkokullarında gıda alamayan çocukların sayısı 3584 ve yetersiz gıda alanların ise 6318 olduğu tespit edilmiştir. Çocukların yetersiz beslenmesi ülkemize has da değildi. Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde, örneğin Viyana, Budapeşte, Berlin, Sofya kentlerinde ihtiyacı olan çocuklara sıcak yemek veriliyordu.[15] 1929 yılında 6000 aç çocuktan kasıt tamamen açlık değil yetersiz beslenmeydi. Ailelerin ekonomik durumları yetersiz olduğundan çocuklar yeterli gıda alamıyorlardı. Bu sebeple yukarıda belirttiğimiz kurumlar ve gazeteler halkı yoksul çocuklara yardım etmeye çağırıyorlardı.

Bahadıroğlu ve Armağan “çocuklar açtı” diyor ama çocuklar için yapılanları gösterelim. “Atatürk Dönemi’nde Çocuk, Kadın ve Aile Algısı” başlıklı doktora tezinde Gül Çakır Himaye-i Etfal Cemiyeti, 1926 ve 1927 yıllarında yaptıklarına şu örnekleri veriyor:

“1926 senesinde 1704 çocuk himayeye alınmış, 2314 çocuğa gıda verilmiş, 47309 çocuğa süt dağıtılmış, 74 çocuk yardımsever ailelerin nezdine verilmiş, 29 çocuğa gereken yardım cemiyet tarafından temin edilmiş, 86 çocuk fabrikalara, 129 çocuk esnaf nezdine, 707 darül mesailere (atölyelere) verilmiş, 975 çocuğa tabi güneş banyosu yapılmış, 2343 çocuğa suni güneş banyosu yapılmış, 4303 çocuğun neş ve neması (büyüme ve gelişmesi) takip olunmuş, 6499 çocuğa ilaç verilmiş, yaklaşık 11000 sayıda çocuk muayene ve tedavi edilmiştir. Cemiyet bütün bu faaliyetlerle yaklaşık 90.000 çocuğa yardım etmiştir. 1927 yılında cemiyetin genel merkezi, diğer merkez ve şubelere 12157 lira yardımda bulunmuştur. 1927 yılında İzmir, İstanbul, Ankara ve Tokat’ta açılan süt evleri, çocuklara hem süt dağıtmak hem de çocukları, bu kurumda tesis edilmiş olan muayenehanelerde muayene etmek suretiyle çok önemli bir vazifeyi yerine getirmişlerdi. Sağlıklı süt temini ile çocuk ölümlerinin de önüne geçilmeye çalışılmıştı. Cemiyetçe kurulan Süt Evleri ve muayenehaneler verdikleri hizmetlerin yanı sıra validelere çocuk bakımı hakkında telkinde bulunan birer dershane olarak çalışmışlardı.”[16]

Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, Ahmet Ağaoğlu, Yunus Nadi gibi yönetici ve milletvekillerinin genel merkez yöneticileri olduğu Türk Maarif Cemiyeti yüksek öğretim öğrencilerine okullar, yurtlar kurmuş, fakir çocuklara ücretsiz eğitim yolluk, burs, giyecek, yiyecek yardımında bulunmuş, dil kursları ve ülkenin okuma-yazma seferberliğinde çeşitli hizmetler vermiştir.[17]

9 Ocak 1929 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Konya’da süren kızıl hastalığı için 835 çocuğa aşı yapıldığı, kimsesiz çocuklar yurdunun Ayasofya medresesinde açılacağı, fakir çocuklara yiyecek dağıtılacağı yazmaktaydı. “Bugün fakir çocuklara yiyecek tevzi edilecek” haberinde “gıdasız çocuklara yiyecek temin edileceği bildiriliyordu. Dahası Hilal-i Ahmer’in (Kızılay’ın) 200 veremli çocuğa baktığı ve düzenli olarak et, balıkyağı, yumurta, vb verdiği yazılı.[18]

Yani mesele açlıktan ziyade gıdasızlık ve gıdasızlığın kaynağı olan fakirlikti. Bahadıroğlu ve Armağan’ın belirttiği anlamda açlık çeken çocuk yoktu ama her ülke gibi çocuk sorunu vardı.

O dönemde Türkiye’nin hala Osmanlı borçlarını ödeyen, fakir bir ülke olduğu göz önünde bulundurulursa bu durumun pek de yadırganacak tarafı yoktur. Bugün Bahadıroğlu ve Armağan’ın yazdığı gibi “aç” yani yeterince iyi beslenmeyen yok mu? Devlet, belediyeler, hayır kurumları fakir insanlara, çocuklara gıda yardımı yapmıyor mu?

10 Ocak 1929 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Ayasofya’da açılacak kimsesizler yurdunun fotoğrafına yer verilmiştir. Haberin sağ üst kısmında Bulgaristan’dan muhacirlerin gelmeye devam ettiği yazılıdır. Lozan Antlaşması’yla sınırları belirlenen Türkiye Cumhuriyeti’nin dışarıda kalan yurttaşları kafileler halinde yıllardır Türkiye’ye geliyorlardı. Türkiye bu gibi meselelerle beraber çocuk meselesini birlikte çözmeye çalışıyordu.

Yine bu tarihteki “fakir talebeye yardım” başlığındaki haberde görüleceği üzere ilkokullardaki fakir ve kimsesiz öğrencilere yardım için ekmek ve helva dağıtılmıştır. Burada açlıktan değil fakirlikten bahsedilmektedir. Fakir ve kimsesiz öğrencilerin yeterince gıda alamayacağı düşünülmektedir.[19]

Aslında Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti, 1926 yılından itibaren haftada üç defa İstanbul’un Kartal, Üsküdar, Beyoğlu semtlerinde çocuklara ekmek, peynir ve helvadan oluşan gıda yardımı yapmaya başlamıştır.[20]

Gazeteler halkı bağış yapmaya çağırıyor ve yapılan bağışları yayınlıyorlardı. 18 Ocak 1929 tarihli Cumhuriyet gazetesinde fakir çocuklar için bağış yapan birinin haberi verilmişti.[21]

Bahadıroğlu’nun ve Armağan’ın bahsettiği 10 Ocak 1929 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Merhamet” başlıklı haberde zenginler, fakir çocuklara yardıma çağrılmıştır. Haberin alt kısmında Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin bağış yapan birine teşekkürü vardır.[22] Cemiyetin haftanın 3 günü birer dilim ekmek ve birer parça peynir vermesi bu çocukların tamamen aç kaldığı anlamına gelmez. Cemiyet, yardım yapacağı çocuk sayısını ve yardımın miktarını artırmak istemekte; bunun için de halkı göreve davet etmektedir.

3 Nisan 1930 yılında Belediye Kanunu ile öksüz, fakir, kimsesiz çocuklara para, hekim, ilaç, yeme, içme, giyinme, barınma, tahsil, terbiye cihetlerinden yardım etmek, kimsesiz kadın ve çocukları korumak belediyelerin sorumluluğuna verilmişti.[23]

24 Nisan 1930 yılında kabul edilen Umumî Hıfzıssıhha Kanunu’yla sağlıklı doğum, çocuk ölümünü, salgın hastalıkları azaltacak, çocuk, sağlık ve bünyesinin muhafaza ve gelişmesini, annelerin doğumdan evvel ve doğumdan sonra sağlıklarının takibini artıracak önlemler getirilmiştir.[24] Bazı işlerde bazı yaş aralıkları için çalıştırma yasağı getirilmiştir.[25]

1 Kasım 1934’te TBMM açış konuşmasında çocukların sağlamlıkları ve gürbüzlükleri üzerinde durmuştu:

“Ulusun, ulus gençlerinin, çocuklarının sağlıkları, sağlamlıkları, gürbüzlükleri, üzerine düştüğümüz çok gerekli bir sağlık işidir. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının bu yönden bize kıvanç verecek biçimde çalışmakta olduğunu görmekteyiz.”[26]

CUMHURİYET YÖNETİMİ TAKDİR EDİLMELİ

Hilal-i Ahmer Cemiyeti Anadolu’daki çocuklara da ulaşmak için Hilal-i Ahmer, Gençlik Kurumu’nu kurmuştur. Bu kurumun 1936 yılında açtığı Kızılay Gençlik ve Sağlık Kampları yaz tatillerinde çok zayıf, fakir ve bakımsız çocukların açık havada disiplinli ve bakımlı beslenmelerine çalışmıştır.[27]

Atatürk 1 Kasım 1937’deki TBMM açış konuşmasında Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığını her zaman üzerinde dikkatle durulacak “milli sorun” olarak görüyor ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının “Sağlam ve güçlü bir nesil, Türkiye’nin özüdür” prensibini, pek iyi kavrayarak çalışmakta olduğunu belirtiyordu.[28]

Osmanlı’dan devralınan bu tarihsel mirası ve Atatürk döneminde yapılanları araştırmadan sadece bir gazete haberiyle ve üstelik de çarpıtarak ülkede çocukların aç kaldığına yönelik algı yaratmak vicdani değildir.

Gıdasızlık sadece çocukların yaşadığı sorun değildi. Osmanlı’dan henüz devralınmış bir toplumun genel bir problemiydi. Cumhuriyet yönetimi bu sorunları çözebilmek için kafa yormakta ve çocuk hayatını geliştirmek için politikalar üretmekteydi. 1929 yılında Dünya Ekonomik Bunalımı arifesinde bu politik anlayış takdire değer görülmelidir.

Atatürk döneminde ülkenin fakirliğine, salgın hastalıklara, cehalete rağmen devlet çocuklara olanağı ölçüsünde sahip çıkmıştır.

[1] Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, C.1, Kastaş Yayınları, 8. Baskı, İstanbul,  1987, s.72

[2] Age, s.76-77.; Selek, Milli Mücadele Ulusal Kurtuluş Savaşı I, Örgün Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 2002, s.135-136.

[3] Selek, Anadolu İhtilali, C.2, s.408-409.

[4] TBMM I. Dönem 3. Yasama Yılı Açış Konuşmaları-1 Mart 1922, Millet Meclisi Tutanak Dergisi, D.1, C.18, s.2. ; https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/1d3yy.htm

[5] Gül Çakır, Atatürk Dönemi’nde Çocuk, Kadın ve Aile Algısı, Yayımlanmamış Doktora Tezi, T.C. Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İzmir, 2019, s.161-162, 172-173.

[6] Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin I. Dönem 4. Yasama Yılını Açış Konuşmaları-1 Mart 1923, Millet Meclisi Tutanak Dergisi, D.1, C.28, s.2.; https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/1d4yy.htm

[7] Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin II. Dönem 2. Yasama Yılını Açış Konuşmaları-1 Kasım 1924, Millet Meclisi Tutanak Dergisi, D.II, C.10, s.1.; https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/2d2yy.htm

[8] Çakır, age, s.7-8.

[9]  Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin II.Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşmaları-1 Kasım 1925, Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 19, s.7.; https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/2d3yy.htm

[10] Çakır, age, s.219-220.

[11] Age, s.215-216.

[12] Age, s.218-219.

[13] Age, s.223.

[14] Age, s.224.

[15] “Annelere ve Çocuklara Salname”, Himaye-i Etfal Cemiyeti Yayını, İstanbul, 1927, s.132.’den aktaran Çakır, age, s.232.

[16] Çakır, age, s.211.

[17] Age, s.234-235.

[18] Cumhuriyet, 9 Kanunusani (Ocak) 1929

[19] Cumhuriyet, 10 Kanunusani (Ocak) 1929; Ayşe BuğraKapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika, 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s.147.

[20] Çakır, age, s.232.

[21] Cumhuriyet, 18 Kanunusani (Ocak) 1929

[22] Cumhuriyet, 10 Kanunusani (Ocak) 1929

[23] Çakır, age, s.18-19.

[24] Age, s.122-123.

[25] Age, s.264, 267.

[26] Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin IV. Dönem 4. Yasama Yılını Açış Konuşmaları-1 Kasım 1934, Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. IV, C. 25, s.3.; https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/4d4yy.htm

[27] Çakır, age, s.232-233.

[28] Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin V.Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşmaları-1 Kasım 1937, Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, s.3.; https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/5d3yy.htm

 

 

Atatürk döneminde çocuklar aç mıydı?

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

6 Yorum

  1. 1927 senesi olacak.

  2. ne kadar sığ bir yorum erdoğan döneminde böyle bir olamaz basın satılık çünkü doğru haber yapılmıyor bu bile önemli detay yakalayabilene

  3. Bizzat aynı olay aynı haber, Erdoğan döneminde olsa ortalığı ayağa kaldırırdınız.
    Onun döneminde olduğu için bahaneleri sıralayın.

    • benim emekli maaşım 30 yıl çalışma sonunda 7500tl, açlık sınırı 14,500tl, trol maaşı nedir bilmiyorum. yani 1929dan 95 yıl sonrasından bahsediyorum. atatürkün de satacak hazır telekomu, kağıt fabrikaları, şeker fabrikaları, lojmanları, tesisleri, arsaları, limanları vs. olsaydı savaş sonrası zamanda da kimse aç kalmazdı. tamam maaşını al ama, biraz da insaflı ol kardeşim.

  4. Teşekkürler Sayın Mustafa Solak.
    Anlayış fukaraları bu kadar gerçek bilgiyi sindirebildiler mi? bilemeyiz.
    Ancak bir eli yağda bir eli balda olup bu günün kısır anlayışıyla “kurtuluşun gerçek savaşını” kavrayamadıkları gibi niyetlerinin de hiç olmadığı ortada.
    ANLAMAK istemeyenler neyle besleniyorlar ki anlayışları bir türlü serpilip gelişemiyor?

  5. İnsan,mide bulandırıcı olur.Tamam,ahlaksızdır,insan olma nüvesini kaybetmiştir.Artık,pislik taşıyan bir fare veya hamamböceği gibi faaliyet görür.Farkı,konuşabiliyor olmasıdır.Ama seri halde durmadan kahpelik yapabilmek için,insanın,yukarıdaki tariften daha aşağı hangi ruh halinde olması gerekir ki durmadan yalan söylesin,durmadan ağzından lağım akıtsın,nefesi durmadan pis ve zehirli koksun?Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun ülküsünün yansıması olan mübarek Cumhuriyet’imize dil uzatana lanetoğlulanet olsun!

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!