1. Haberler
  2. Kültür - Sanat
  3. Deliler ‘uslu insan’ sever

Deliler ‘uslu insan’ sever

featured

Serkan Arslan yazdı…

Muhittin uslu, yorgan sıcak, yalnızlık güzeldir…

Burada hava gökyüzünden başlayarak kararmazdı. Önce odalara sinerdi akşamın azizliği, deliler ve divaneler suskunluklarıyla getirirlerdi karanlığı. Ağır ağır koğuşlardan geçerdi hüzün. Kasveti yeryüzünden gökyüzüne ulaşırdı. İşte çalışanlar ile hastaların aynı durgunluğa sahip olduğu o günlerden birini daha yaşıyorum. Kendime kendimle cevap veriyorum. Deliler de yorulur.

Vardiya değişimine çok az kalmıştı. Bahçeden koğuşlarına getirilen divaneler, deliler, dervişlerden geriye doktorlar, hemşireler, hasta bakıcıları ve hasta yakınları kalmıştı. Karanlığın çökmesini beklemeden sigaralarını yakıp, derin düşüncelerle vakit geçiriyorlardı. Sürüden kopmadan bende kendime uygun bir köşe ararken hasta bakıcı Muhittin’i bir kayın ağacının gölgesinde dinlenirken gördüm. Deliler Muhittin severdi. O kadar sessiz ve kelimesiz yaşardı ki ona konuşanlar anlaşılmış olmanın verdiği huzurla yanından mutlu ayrılırdı. Bir keresinde hastanın birinin sürekli tekrarladığı “hava soğuk insanlar buz gibi “cümlesini öylece durup saatlerce dinlediğini gördüm.

O tekrar eden cümlelerin sonu hastanın ayağa kalkıp yanına gelerek ‘hava soğuk, insanlar buz gibi, Muhittin sıcacık’ sözleriyle son buldu. Ne garip deliler bile anlaşılmak istiyor. Akıl ne olursa olsun, ruh hep çocuk masumiyetinde kalıyor. Peki kimdi bu Muhittin? Hakkında çok fazla bir bilgiye sahip olmamakla beraber bazı hemşirelerin dedikodularıyla az da olsa bir şeyler biliyordum. Erzurumlu bir yorgan ustasının oğluymuş. Siyah saçları, uzun boyu ve zayıf bedeniyle soğuk bir iklimin sıcak ruhlu Don Kişot’u olarak hastanenin en sevilen çalışanı olabilir. Bu durgunluğunun sebebini hiç bilemeyeceğiz gibi ama bir tahmin yürütmekten de geri kalmayacağım.

Çocukluğundan hatırladığım o saten üstüne oyası itinayla işlenmiş ağır ve naftalin kokulu yorganlar içinde öyle hareketsiz kalırdık ki ruhumuz, artık faydası yok hareket etme derdi. Dışarısı soğuk, içerisi sıcak, yorgan ağır, odanın içinde sabanın verdiği odun kokusu altında geçen mutlu bir çocukluktan sonra bugün geldiğimiz bu beton yığınlar arasında insanın pek neşesi ve konuşacak bir şeyi de kalmıyor. Ağacın altındaki bankta öyle rahatsız etmeyin der gibi oturmaya bir süre daha devam etti. Yanına gidip oturmayı çok isterdim ama yapamadım. Benim dinlenmeye değil konuşacak birine ihtiyacım vardı.

Ben de kendi ağacımı bulup güneşi göğsüme sindirdim. Aklımdan bir sevdanın arkasından kalan aklını yitirmiş bir adam ve haftanın bitmek tükenmek bilmeyen günlerini geçiriyordum. İnsan akını kullanmayı bıraktığı anda duygularını kullanmanın derinliği içinde yitiyor. Bir an güneşin sıcaklığının tenimdeki ısı kaybını hissettim. Bakışlarımı gökyüzüne çevirdiğimde o yağız ve esmer duruşuyla Muhittin’in bana baktığını fark ettim. Oturabilir miyim? Diye sordu. Bende memnuniyet dolu bakışlarla elimle hemen yanımı işaret ettim. Yanıma doğru çöktü. Bana bakmadan konuşmaya başladı. Sana bir soru sormak istiyorum. Beni tanımıyorsun. Ben de seni tanımıyorum. Ama sende bir duygu görüyorum. Bu da beni, buraya senin yanına doğru getirdi.

Öyleyse aramızda gelişen ilk duygu ön yargılarımız olacak. Benimle ön yargılarını yok sayarak konuşabilir misin? Şaşkınlık içinde kaldığım ama içimde tarif edemediğim bir huzur hissettim. Tabii ki Muhittin seni dinliyorum dedim. Önce adını öğrenmek istiyorum senin. Adımı söylemek yetmeyecek gibi duruyor. Ama adım 1986 soğuk bir mart akşamından bu zamana Ahmet Arif. Yüzündeki gülümseme adımın bir şairden alındığının farkına vardığını gösteriyordu. Gülüşünün bitmesinin bekledim. Sonra seni dinliyorum sorunu sor diye devam ettim.

– Tanrıya inanıyor musun diye soruyorlar Psikiyatr J. Gustav Jung inanmak mı deyip gülüyor inanca ihtiyacım yok biliyorum diyor. Yeter mi sence?
– Bilmem sence?
– Bir aslan bir ceylanı oyuna davet ediyor. İnanmak ceylanın fıtratında var. Ceylan aslana inanıyordu. Ceylan aslanın onu öldüreceğini biliyordu. Yine de gitti. Aslanla oynadı. Aslanın onu yemesini seyretti.
– Dün gece bir rüya gördüm. Rüyamda boğazımda bir aslanın pençeleri nefesimi kesiyordu. Ve sen Ahmet Arif beni aslanın elinden kurtarmak için koşuyordun.

Anlattıkları karşısında kelimeleri kafamda toparlamakta zorlanıyordum. Seni kurtarabildim mi diye sorabildim. Bir sigara çıkardı gömleğinin cebinden. Dudakları arasında, kıskacına aldı tütünü. Bir nefes aldı. Duraksadı. Bir nefes daha aldı. Gözlerini toprağın üzerindeki karıncalara sabitledi.

– Manen hakikate ulaşmak için hikâyeyi bilenin olgun, hikâyeyi dinleyenin uygun olması gerekir. Seninle tanıştığıma fazlasıyla memnun oldum. Dilerim vaktini çalmamışımdır. Yeniden görüşmek ümidiyle…
– Dur gitme seni kurtarabildin mi onu söyle be adam diyebilmeyi çok isterdim. Ama ne bende o olgunluk ne de onda bu cevaba verecek uygunluk vardı.

Yarıda bıraktığı sigarasını toprağın üstüne dağıtarak söndürdü. Çöpünü ceketinin cebine koydu. Ağır ağır batan güneşin kızıla çalan kamaştırıcı ışığında yoluna devam etti. Deliler içinde uslu bir muhittin varmış rivayet odur ki havası soğuk, yorganı sıcak, yalnızlığı da bir o kadar güzelmiş. Deliler, muhittin sever…

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. 22 Haziran 2023, 09:10

    Tanrı’nın sessizliği ve Muhittin’in sessizliği…

    İşte “deliler” ancak o sessizlikte kendilerini duyabilirlerdi; ancak o şekilde oyuna dahil olduklarını, kendilerinin bi değeri olduklarını düşünebilir ve hissedebilirlerdi…

    Tanrı’nın konuştuğu yerde başka ne tür bi söze gerek olurdu ki; biz üzerine yeni ne söyleyebilirdik, konuşabilir miydik!

    Bu nedenle Ahmet Arif de sadece dinlemeliydi…

    Tuhaf bi oyun bu.

    Cevapla
  2. Merakla devamı bekliyorum…

    Cevapla
Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!