Ergun Türkcan yazdı…
Atatürk’ün ölümünün ertesi günü, 11 Kasım 1938 İsmet İnönü Türkiye’nin İkinci Cumhurbaşkanı olarak TBMM’de oybirliğiyle seçilir. Günümüzden bakınca, bu çok doğal görülür; iki çok yakın dost, Cumhuriyet’i kuran iki kişiden biri ölünce ötekinin yerine geçmesinden daha doğal ne olabilir? Oysa, İnönü neredeyse bir yıldır, herkesin selam vermekten kaçtığı, evine kimsenin uğramadığı, Ata ile görüşmesi bile engellenen, hükümet kursa, Meclis’te güven oyu alamayacak bir durumda iken, ölümün ertesi günü oybirliği ile seçilmesi garip bir durum değil midir?
Anlaşılan, ne Celal Bayar ne de Şükrü Kaya, içlerinde böyle bir istek olsa bile, henüz erken olduğunu, bir ara çözüm gerektiğini düşünmüş olmalılar ki, Mareşal Fevzi Çakmak’a ulaşıp onu Cumhurreisi olmaya davet ederler. Çakmak bunu kabul etmediği gibi, bu makama İnönü dışında kimsenin geçemeyeceğini bildirir; ordunun görüşü böyledir ve tartışmadan uygulanır. Bence bu Cumhuriyet’in görünmeyen ilk askeri darbesidir. İnönü bir denge uzmanı olarak C. Bayar kabinesinin devamını isteyecek, Bayar ancak 25 Ocak 1939’da istifa edecek ve yerine Refik Saydam Hükümeti kurulacaktır. F. Çakmak savaş boyunca, 1944’e kadar Genelkurmay Başkanı olarak görev yapacak, sonra çok geç bir emekliliğe geçecektir; artık tüm siyasi-askeri güç Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün elindedir.
BÜYÜK SAVAŞIN ARİFESİ
Tüm Dünya ve tabii, Türkiye çok kritik bir savaş dönemine girer; zaten olaylar üç yıldır hızla gelişmektedir, 1 Eylül 1939’da Polonya’nın Almanya ve Rusya tarafından işgaliyle savaş da fiilen başlar. Türkiye tarafsızdır, ama ne kadar? Tüm savaş boyunca siyaset bu soru etrafında dönecektir. Günümüzde de bu soru başka bir şekilde soruluyor: acaba Atatürk bir on yıl daha yaşasaydı ne olurdu? Bu tür spekülasyonlara girmek gereksizdir; Ata da savaş hastası değildi.
İnönü tüm ihtiyatlı yaklaşımına rağmen boşlukta kalmak da istemezdi. İngiltere ile Musul sorununu çözdükten sonra 12 Mayıs’ta bu ülke ile “karşılıklı güvenliklerini kuvvetlendirme” amacıyla bir anlaşma akdetmeyi kararlaştırıyorlardı. Hatay sorunu bitince 23 Haziran 1939’da benzer bir deklarasyon Fransa ile imzalandı. Çünkü 1928’de İtalya ile bir Dostluk Anlaşması imzalanmış olmasına rağmen, Mussolini, kendi Mare Nostrum[1] politikası gereği Akdeniz’in Doğusunda yani Türkiye kıyılarında gözü olduğunu fazla saklamıyor, elindeki On İki Adaları tahkim edip duruyordu; üstelik 7 Nisan 1939’da 30 tümenle Arnavutluk’u istilaya başladı.
BAŞARISIZ TÜRKİYE-SSCB MOSKOVA GÖRÜŞMELERİ, EKİKM 1939
Dış politika çok bilinmeyenli bir denklemdir: Türkiye, Almanya mı, Fransa ve İngiltere mi yoksa Rusya mı, diye, kutupları ayrıştırıp karar vermeğe çalışırken hiç beklenmedik bir şey oldu: Almanya ile Rusya Ağustos 1939’da anlaşarak 1 Eylül 1939’da Polonya’yı (eski usul) paylaştılar ve savaş resmen başladı. Sovyet elçisi, Dışişleri Bakanı Saraçoğlu’nu 4 Eylül’de ziyaret ederek, Fransa ve İngiltere ile yapılan görüşmelerden olumlu bir sonuç alamadıkları için Almanya ile saldırmazlık paktını kabul etmiş olduklarını ve bu nedenle Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin de tamamen değiştiğini ifade ederek, Saraçoğlu’nu bu konuyu görüşmek için Moskova’ya davet etti ve davet 8 Eylül’de kabul edilince özel bir savaş gemisiyle hareket edip 25 Eylül’de “iki devleti alakadar eden meseleleri konuşmak üzere” Moskova’ya ulaştı.[2]

Ertesi gün, Dışişleri Bakanı Molotov görüşme metni olarak verdiği dokümanda SSCB’nin Montreux Anlaşmasında yapılmasını istediği değişiklikler yer alınca, Saraçoğlu “böyle bir kağıda elini bile sürmeyeceğini” bildirdiği için metin geri çekildi. Görüşmelere 27-29 Eylül tarihleri arasında Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop’un Moskova ziyareti nedeniyle ara verildi. Tekrar 1 Ekim’de başlayan görüşmelerde yeniden Montreux talepleri ortaya çıkınca Saraçoğlu “O halde benim için tek bir rica kalıyor, o da Stalin Yoldaş’ın benim buradan ayrılmamı kolaylaştırması”, deyince, Stalin araya girer ve saldırmazlık paktı ile Montreux arasında, Molotov’un daha önce ifade ettiği gibi bir bağlantı olmadığını, ancak imzalanması beklenen Türk-İngiliz ve Fransız anlaşmasına onun istediği bazı konuların eklenmesi için oturuma ara verildi. Stalin’in bu anlaşmada yapılmasının istediği 2 değişiklik İngiltere-Fransa tarafından kabul edilince 13 Ekim’deki üçüncü toplantıda bu kez Almanya’nın istediği madde Almanya’nın Türkiye’ye saldırması durumunda SSCB’nin Türkiye’ye yardım yükümlülüğünü ortadan kaldırmak, gibi işin özüne aykırı bir madde karşısında anlaşma sağlanamadı.

Zaten Montrö bir türlü gündemden düşmüyordu. İşin esası Almanya’nın Türkiye’nin daimi tarafsızlığını sağlamasını 2 Eylül’de SSCB’den resmen istemiş olmasıdır. Almanya denizden Romanya’ya gelecek yardımın Boğazlardan geçmesinin şart olduğunu söylemişti ve ısrar ediyordu. Aslında Ruslar da, ayrıntılar bir yana bırakılırsa, Boğazları Türkiye ile birlikte kontrol etmek, daha doğrusu hangi ülke gemisinin, hangi tonilatonda ve ne şekilde geçeceğine kendileri karar vermek için ısrar ediyorlardı. Dördüncü ve son toplantı, 15 Ekim’de yapıldı ve yine Montrö öne sürülünce, 3 gün diye tasarlanıp 23 gün süren müzakereler başarısızlık ile sonuçlandı; Saraçoğlu 17 Ekim’de dönüş seyahatine başladı; daha o yolda iken 19 Ekim 1939 Üçlü İttifak Başbakan Dr. Refik Saydam ile iki ülkenin büyükelçileri tarafından Ankara’da imzalandı. Anlaşma bu iki devletin bir Avrupa devletinin (Almanya) Türkiye’ye saldırması durumunda yardım edilmesini, Türkiye’nin de Akdeniz bölgesindeki bir savaşta bu iki devlet ile işbirliği yapacağına ilişkindi, biri askeri üç gizli protokolü de ihtiva ediyordu.
Kısa bir not: Aslında, Almanya ve Rusya Boğazların önemini Birinci Dünya Savaşında daha iyi anlamışlardı. Almanya’nın Rusya’yı yenmesinde ve Çarlığın çökmesinde en önemli unsur Boğazlardan Rusya’ya bir yardım gitmemesi, Rusya’nın tahıl ihraç edemeyerek döviz krizine girmesidir. Şimdi Rusya aynı oyunun tekrarından çekinmeyerek ayağına kurşun sıkıyordu. Çünkü, Almanya Rusya’ya saldırınca, Montreux Alman gemilerini Karadeniz’e sokmayarak Rusya’ya büyük bir iyilik edecektir. Gerçi Almanlar Karadeniz’in Kuzey kıyılarını, Kırım’ı ve Bulgaristan’la Romanya’yı ele geçirerek, Rusya için bu denizin önemini azaltmıştı, ama kendi savaş gemilerini de sokamıyordu. Günümüzde Ukrayna savaşında da NATO bir türlü buraya giremiyor, onun yerine, tıpkı Nazi Almanya’sı gibi, artık NATO üyesi Bulgaristan ve Romanya üzerinden bazı işler karıştırıyor. O zaman da Tuna üzerinden Alman denizaltılarının Karadeniz’e girdiği iddia edilirdi. Montrö Dünyada tek bir deniz için yapılmış tek bir anlaşmadır.
Türkiye’nin, daha doğrusu İsmet İnönü’nün çok rahatsız bir durumda olduğunu tahmin etmek mümkün. Birinci Savaşta, 1914 Almanya müttefik, Rusya bize düşmandı, sonunda yenildi ve toprakları parçalandı. Şimdi ikisi müttefikti, Türkiye ile eski dostluk anlaşmaları mevcut olsa da, nihai analizde anlaşamamışlardı. Acaba kafaları kızarsa, Almanya Batıdan, Trakya’dan ve Rusya Doğudan yeni bir Polonya taksimi yapabilirler miydi? Artık yeni bir Çanakkale savaşı tehlikesi yoktu ama böyle bir durumda İngiltere-Fransa’dan oluşan Üçlü’ler acaba Türkiye’yi kurtarabilir miydi? Teoride bu iki emperyalist her istediklerini yapabilirdi, ama bu gerçekten mümkün müydü? Dünya yeni teknolojiler ve ordularla donanmıştı.
Nazi Almanya’sının, Üçüncü Reich, henüz gerçek askeri gücü bilinmiyordu: Avusturya ve Çekoslovakya’nın işgali veya Polonya’nın paylaşımı büyük askeri bir başarı değildi. Oysa, Batı ülkelerinin Birinci Savaşın galipleri olarak, dimdik ayakta durdukları varsayılabilirdi. Fakat, 10 Mayıs 1940’da başlayıp, 22 Haziran’da Fransa’nın teslimiyle sonuçlanan 40 günlük savaş tüm hesapları alt üst etti; Başta İngiliz ordusu ve geri kalan askerler de, Dunkirk’den Kıta’yı terk edince Kuzey Kutbundan, Norveç, Pireneler’e kadar tüm Batı Avrupa Alman hakimiyetine geçti. Tarafsız kalanlar İsveç, İsviçre, Türkiye ve İspanya idi. Hitler İngiliz Adasına havadan her gün saldırıyor (Battle of Britain), Atlantik’te denizaltı kaynıyordu.
Almanya boş durmuyordu: İtalya’nın zapt edemediği Balkanlar’ı, Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan’ı, Girit Adası dahil, çok kanlı bir savaşla işgal etmiş, yine İtalya’nın Libya’dan kalkıp Süveyş Kanalını-Mısır, ele geçiremeyince Gen. Rommel komutasındaki ünlü Afrika Korps’u, İngiliz Donanmasına rağmen karşı Kıta’ya konuşlandırmıştı. İtalya daha ilk yılda o güzel donanmasını Toronto’da yitirmese, Afrika’yı halledip, Almanya’yı Balkanlar savaşına mecbur etmese, Hitler 22 Haziran 1941’den daha önce de Rusya’ya saldırabilirdi. Müttefikleri olarak Fransa İngiltere’nin; İtalya Almanya’nın baş ağrısı olmuş faydadan çok zarar getirmişti Almanya Malta’yı alamadığı gibi, Mısır’a da girememiş, İngiltere, Irak ve Suriye’de Alman yanlısı darbeleri bastırmış, İran’ı işgal etmişti. Rusya’nın işgali ile her şey değişti. Hele hele Pearl Harbor’da, 7 Aralık 1941 Japon baskını ve ABD’nin savaşa girişi sonun başlangıcıydı.
İşte İnönü’nün 22 Haziran 1941’de Almanya’nın Rusya’yı istilasını öğrenince yatağında bir çocuk gibi zıplamasının nedeni daha iyi anlaşılabilir. En tehlikeli dönem, Fransa’nın teslimi, 22 Haziran 1940 ila Rusya’nın istilası arasındaki bir yıldır. Almanya Trakya sınırlarındadır: Yunanistan ve Bulgaristan artık yoktur. Rusya Almanya ile müttefiktir, her an Türkiye’ye saldırabilirler ve kimse de kurtaramaz. Türkiye neredeyse eli silah tutabilen herkesi askere aldığından emek-yoğun tarım yüzünden kendini besleyemez hale gelmiştir; ekmek karnesi dönemi budur.[3] Ama en büyük tehlike artık atlatılmıştır. Almanya’nın niyeti Kafkas petrol kuyuları, Rusya’nın ise tamamen vatan savunmasıdır; Türkiye-Boğazlar geri plana itilmiştir.
Müttefikler için en önemli mesele Türkiye’nin acele savaşa sokulması, İnönü’nün direncinin kırılmasıdır. Ancak, Müttefikler yani İngiltere ve ABD (Fransa artık yok) Türkiye’nin nerede, nasıl ve niçin savaşa girip, nihai amacın ne olduğunu bir türlü açıklayamıyorlardı.
Ama dertler bitmemiştir: Batılılar, şimdi ABD de bunlara katılmıştır, Üçlü İttifaka göre bizim savaşa girmemiz için baskı yapıyor, İnönü ise, “yeterli silahım yoktur şunları temin ediniz” diye, ipe un seriyordu. Bütçe açığını enflasyonla[4] kapamak ve ek vergiler almakla karşılamak durumundaydı. Türkiye’nin Almanya ve diğerlerine krom satışı bu dönemde gerçekleşir. İç politikayı ilgilendiren diğer ayrıntıları, şimdilik buraya almıyorum. Ama İnönü’nün, bütçe açığının kapatmak için ve belki de Almanya ve Rusya’da gördüğü bazı uygulamalardan da esinlenerek yaptığı yeni bir vergi denemesini kısaca anlatmak gerekir.
VARLIK VERGİSİ
Varlık Vergisi Kanunun 11 Kasım 1942’de kabul edildi. Buna göre bütçenin yaklaşık üçte biri olan 315 milyon liranın en geç 30 gün içinde toplanması öngörülüyordu; tüm il ve ilçelerdeki vergi komisyonları 18 Aralık’ta mükelleflere tahakkuk eden vergilerin miktarlarını açıkladı. Mükelleflerin % 87’si gayri-müslimdi ve Müslimlerden 10 kat daha fazla vergi yazılmıştı. Ödemenin son günü olan 21 Ocak 1943’e kadar ödeyemeyenlerin mallarına haciz, bu da olmazsa, “bedenen çalışarak ödeme” yükümlülüğü gereği uygulanacaktı. Bu maddenin uygulaması olarak ilk kafile 27 Ocak’ta Aşkale’ye doğru yola çıktı; toplamda 1229 kişi bu kampa gönderildi bir kısmı öldü. Bu paranın % 70’i İstanbul’dan tahsil edildi. Ana mükellef kitlesi Yahudilerdi. İsrail Devleti kurulunca, 1948 yaklaşık 30 bin Türkiyeli Yahudi İsrail’e göç etti. Arkasından “6/7 Eylül 1955 olayları” ile 1964 Kıbrıs olayı sonrası tüm İstanbul’da kalmış olan Rumlar da ülkeyi terk etti. Gayrimüslimlerin toplam nüfus oranı içindeki oranı 1927’de % 2,78 ilen 1990’larda bu % 0,5 kadar inmiştir.[5] Bu konulara ilerde değineceğim. Ancak son gayri-müslimlerin de ayrılıp gitmesine karşılık 2010’lardan itibaren çevredeki ülkelerden ve Afrika ülkelerinden milyonlarca Müslüman göçmen, çoğu Avrupa emeliyle Türkiye’ye sığınacak, çoğu burada kalacaktır; günümüzün sorunu budur; tarihin intikamı.
ADANA VE KAHİRE KONFERANSLARI
ABD savaşa girdikten yaklaşık bir yıl sonra Avrupalı müttefiki İngiltere ile daha yakın ilişki kurmak için 14 Ocak 1943, Kazablanka’da (Fas) Başkan Roosevelt ile Başbakan Churchill buluştular. Burada, Japon işgali altında olan Çin ile uğraşmayı ABD’ye; Türkiye’nin savaşa girmesi ve diğer sorunları da İngiltere üstlendi. Bunun üzerine İngiltere’nin yaptığı görüşme teklifini İnönü, Türkiye’de olması şartıyla kabul etti. Churchill uçakla Mısır’dan Adana’ya gelerek, Adana-Yenice istasyonunda İnönü’nün kendi özel beyaz treninde yani bir vagonda, 30 Ocak – 1 Şubat 1943 günlerinde Türk heyetiyle görüşmeler yaptı. Türk heyetinde Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu ile Mareşal Çakmak da bulunuyordu.
Bu dönemde tarihin seyri Stalingrad’da değişiyor, Ocak 1943’de Ruslar büyük ve çok kanlı Stalingrad kuşatmasını yarıp, 31 Ocak’ta Alman komutanı Mareşal von Paulus’u dahil geride kalan tüm Alman ordusunu teslim alıyorlardı. Artık taaruz sırası Ruslara gelmişti, Kafkasya kurtulmuştu. Büyük Kursk tank savaşından sonra, 13 Temmuz 1943, 25 Eylül’de Smolensk alınacak, 17 Ekim’de Dinyeper Nehri geçilip, 6 Kasım’da Kiev (Ukrayna) zapt edilecektir.
Bundan sonrası Polonya sınırı, Varşova kuşatması ve Almanya’nın içleri, Mayıs 1945 Berlin’dir. Bunlar basit bir kronolojidir, ancak yok olmaktan kurtulan Stalin Yoldaş’ın gözü sadece Berlin’de değildir. Daha Alman istilası başlamadan önce de Türkiye’den bir şeyler koparmanın peşindedir; yukarıda 1939 sonbahar müzakerelerini kaydetmiştik; 1940’da daha da saldırgan: Veryansın’da Yıldırım Koç yazıyor:
“Georgi Dimitrov’un TÜSTAV tarafından yayımlanan Günlük-2 kitabında yer alan bilgiye göre, 25 Kasım 1940 günü Stalin’in Dış İşleri Komiseri Molotov’a söyledikleri son derece ilginçtir. Stalin şöyle diyor: “Türkiye’ye gelince, üs isteyeceğiz ki, Boğazlar bize karşı kullanılmasın. Anlaşılan, Almanlar, İtalyanlar’ın Boğazlar üzerinde söz sahibi olmasını istiyorlar, ama onlar bizim bu alandaki ağır basan çıkarlarımızı tanımamazlık edemezler. BİZ TÜRKLERİ ASYA’YA KOVACAĞIZ. NEDİR ŞU TÜRKİYE? Orada iki milyon Gürcü, 1 milyon Ermeni, 1 milyon Kürt vb. var. Türkler sadece 6-7 milyon.” (Büyük harfler bana ait,YK) Stalin ayrıca Bulgarlar’ın “Midye-Enez hattı üzerindeki” Edirne vilayeti üzerindeki hak taleplerini de desteklediğini söylüyor. (Rüstem Aziz (çev.), Georgi Dimitrov Günlük-2, TÜSTAV Yay., İstanbul, 2004, s.36-37)[6] Bu kadar cahillik de olmaz dedirtiyor.[7]
Şimdi Stalin bu havadayken Churchill, İnönü’den, Adana’da, “Almanya’nın petrol ihtiyacı nedeniyle Ortadoğu’ya ulaşmak amacıyla yaz aylarında merkezden harekete geçebileceğini Türkiye’nin böyle bir saldırıya karşı koyacak şekilde desteklenmesi gerektiğini, ayrıca eğer bu Alman saldırısı beklenmeden Sovyetler Kuzeyden, Müttefikler de Türkiye üzerinden Güneyden harekete geçerlerse, kısa sürede Almanları yenilgiye uğratabileceğini ifade ederek Türkiye’nin 1943 yılı sona ermeden Müttefikler safında savaşa girmesini istedi.”[8]
İsmet Paşa gerçekçidir: Türkiye’nin en bir yıllık savaş ihtiyacını karşılayacak malzeme ile bir İngiliz uçak filosu ve tabii, uçaksavar ve tanksavar birliklerinin (bence araçlarının yani toplar ve mermilerin) verilmesi kararlaştırıldı. Esas sorun, SSCB konusunda görüş ayrılığıydı. İsmet İnönü Stalingrad’dan sonra Sovyetlerden giderek artan bir endişe duyuyor, hele Almanya’nın yenilmesinden sonra Avrupa’ya hakim olmasından korkuyordu ki, bu gerçekçi bir tahmindi.
Churchill ise SSCB’nin gelecek on yılda kendine gelip, kalkınma imar faaliyetleriyle meşgul olacağını, etrafına bakacak durumda olmayacağını söylese de, İnönü ile Saraçoğlu Rusya’nın savaştan sonra emperyalist bir devlet haline geleceğini, asıl tehlikeyi ifade ediyordu. Tarih, sonunda Türkiye’yi haklı çıkaracaktır. Churchill 6 Şubat’ta, Stalin’e bir mektupla görüşme sonuçlarını ve Türklerin çekincelerini bildirince, Stalin biraz “soğuk” bir şekilde “Türkiye’nin Alman saldırısından önce Sovyetlerin dostane girişimlerine karşılık vermediğini…eğer Türkler Sovyet dostluğunu istiyorlarsa bunu söylesinler,” yaklaşımını savaş sonuna kadar dile getirecektir. 1920’lerin birbirini kollayan, Batıyla savaşan iki devrimci hükümetten birinin yerinde yeni bir Çarlık doğmuştu; gözü Güneyde yani Boğazlardadır.
Adana toplantısı aslında gizli yapılmıştı, ama duyulunca Almanya’da tepki gösterdi; Roma’da 25 Şubat’ta Ribbentrop ile Mussolini bir araya gelince esas görüşme konusu oldu. Onlara göre Türkiye, Almanya’nın, Boğazlar üstündeki talepleri nedeniyle SSCB’yi yenmesini istemekte ama iki taraflı oynamaktadır. Bu durumda 12 Mart’ta, Türk Büyükelçisi Molotov’a Adana ile bilgi verdi; ancak Türkiye artık eski bir müttefik değil, Sovyetlerden bir şeyler isteyen bir ülke durumuna düşürüldü. Tüm taraflar, Türkiye’nin durumunu, savaş şartlarına göre değerlendirip genelde savaşa sokmak istiyorlardı; çok ayrıntılı görüşme takvimlerine girmiyorum.
Durumu en iyi şekilde, Birinci Kahire Konferansına, 5-6 Kasım 1943’de katılan Dışişleri Bakanı Menemencioğlu’nun İngiliz Dışişleri Bakanı Eden’a söyledikleri özetlemektedir. “Siz bize üç defa yanlış telkinde bulundunuz. 1940’da İtalya savaşa girince, siz de savaş ilan edin, dediniz …1941’de Yugoslavya için aynı şeyi yaptınız…Nihayet Almanları Ruslardan evvel bize hücum edecek mecburiyete sokmamızı istediniz…Bugün ise üstün durumda ve kuvvette iken aynı hatayı tekrar ediyorsunuz. Teklifiniz Türkiye’yi harcamaktır. Hem de sırf Rusları memnun etmek için…Ordumuzun taaruz kuvveti olmadığı…aşikar iken üzerimize Alman kuvvetlerini çekmek ancak intihar olur…Almanlar İstanbul’u, Boğazları ve hinterlandını ele geçirirse bunun size ne faydası olabilir? O zaman Ruslar, İstanbul’u benim için mi kurtarır? Bunlar meydanda iken, savaşa girmezseniz size malzeme vermek güç, adeta imkansız olur, sözleriyle fasit bir daire içine girdiğinizi anlamıyor musunuz?”[9]
Bu fasit daire bir türlü kırılamıyordu: Roosevelt ve Churchill, Tahran’a gitmeden önce, 23-24 Kasım’da, Kahire’de bir araya gelince, Churchill Türkiye’nin savaşa girmesini faydalarından bir kez daha bahsederek, Tahran’dan sonra İnönü ile görüşmeyi teklif etti; bu görüşme kabul edildi. Sonra Tahran’da aynı hikaye tekrar edildi. Ancak daha farklı bir hikaye gündeme geldi Stalin SSCB’nin sıcak limanlara ihtiyacı olduğu için Montreux’nün gözden geçirilmesini yine ifade ettiyse de, Anglo-Saxon tarafı, şimdi Türkiye’yi savaşa sokmağa çalışırken bu teklifin uygun olmadığını, Boğazların tüm gemilere açık olduğunu beyan etmeleri üzerine bu konu da kapandı. Tahran’da yapılan 28 Kasım-1 Aralık 1943 zirvesinde, “Türkiye açısından, şimdi savaşa girmenin, savaştan sonra büyük devletlerle barış masasına oturması için son fırsat”, olduğu belirtiliyordu.
İkinci Kahire Konferansı da, 4-8 Aralık 1943 aynı minvalde cereyan etti: Churchill tekrar Türkiye’nin savaşa girmesini daha çok vurguladı, ama sonuç yine değişmedi. İlgi çekici bir nokta Stalin’i temsil eden kimsenin bulunmamasıydı. (Stalin Sovyet ordusunun tam hakim olmadığı hiçbir toprağa adım atmazdı.) Çünkü Stalin, Türkiye’nin savaşa girmesi dahil, hiçbir bahaneyle Balkanlar’da Müttefik askeri görmek istemiyordu; bu topraklar 19. Yy’dan beri Rusya’nın nüfuz alanıydı ve böyle kalacaktı.

İki Dünya Savaşının da mimarlarından, emperyalizmin baş akıl-küpü Muhterem W. Churchill Hazretleri hala Rusya’yı, 19. Yy’daki cetleri kadar bile anlamadan Türkiye’ye, Rusya’dan bir zarar gelmeyeceğine inandırmağa çalışıyordu. Oysa Türkler, bir şekilde SSCB’nin artık eski komünist müttefik değil, yeni bir Çarlık olduğunu anlamışlardı. Rusya, 1918’deki ünlü Brest-Litowsk anlaşmasıyla Batıda kaybettiği tüm toprakları daha fazlasını ele geçirmek üzereydi.[10] İtalya devre dışı kalmış, Sicilya dahil toprakları ağır ağır işgal ediliyordu. Polonya ise yeniden Rus işgaline girmiş Alman sınırına ulaşmıştı; artık Berlin yolu görünmüştü. Churchill uyandı.
İMPARATORLUKLAR HAKKINDA KISA BİR NOT
Bu anlaşma ve genelde Harb-i Umumi sonunda tüm eski hanedanların yok oluşu eski-klasik imparatorluk ideolojilerinin artık geçersiz olduğunun kanıtıdır: Bin yıllık Katolik Habsburglar; 6 yüz yıllık Sünni İslam Osmanlı Padişahlığı-Halifeliği; 3 yüz yıllık Ortodoks Romanov Çarlığı ve daha kısa ömürlü Protestanlık öncüsü Prusya Hohenzollern. Hepsinin yerinde birçok milli devletler kuruldu ve yaşadı. Ancak, Lenin-Stalin, Rusya’nın Brest-Litowsk’tan arda kalan topraklarındaki her dil-din ve kültür çevresindeki milletleri Komünist bir ideoloji altında federal çerçevede birleştirip, İkinci Dünya Savaşına kadar kendilerini geliştirmelerine planlı biçimde yol gösterdi. Bu savaştan sonra, Stalin, Finlandiya hariç, tüm eski Rus topraklarını da Sovyet Federasyonuna katarak Çarlığı, Komünist ideoloji modelinde yeniden inşa etti; Komünizm, başta Ortodoks Kilisesi, tüm diğer dinleri de ikame etmişti, ama 70 yıl bile yaşayamadı, 1922-1990. Komünizm dünyaya belki erken gelmişti. Batı Rusya’ya Baltık kapısını kapayarak 1721 Nystad Anlaşmasının gerisine düştü, denizlere açılma krizi akut hale geldi.
Batı Avrupa emperyalistlerinin devlet modeli şimdi yok olan hanedan imparatorluklarından temelde farklıdır: Başından beri merkezde, krallık veya cumhuriyet şeklinde milli bir devlet vardır, sömürgeler onun organik parçaları değildir, alınır-verilir; sonunda hepsi gitse de milli devlet kalır. Oysa Rusya, içinden çıktığı organik parçası Ukrayna’yı bile kaybetti, yeniden kazanmağa çalışıyor. Yugoslavya, SSCB modeline girdiği için küçük bir darbede, 1992 yıkıldı, o da çok milletli bir federal bir devletti. Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman milli-merkezi üniter devlet modelinden ayrılmadı; ayrıldığı an biter.
Zaten savaşın sonucu da, anlayanlar için belliydi. Batılıların, yardım göndermekle birlikte Rusya ile Almanya’nın, bu iki düşmanlarının birbirlerini yemesi-bitirmesi pek üzülecek bir süreç değildi. Ancak, Polonya zapt edilip Sovyet ordusu hızla Alman topraklarında ilerlemeye başlayınca işin vahameti anlaşıldı. O zamana kadar Stalin’in Batıdan ikinci cephe açıp, Rusya üzerindeki yükü hafifletme taleplerine, Müttefikler Sicilya ve diğer İtalyan kıyılarına, biraz da turistik çıkartmalar yapıp, kozmetik cevaplar veriyorlardı. Fakat şimdi, Berlin’i alan Rusya’yı, Hamburg ve Kuzey Deniz kıyısına ulaşmaktan kim alıkoyabilirdi? Zaten iki yüzyıldır, aklı fikri hep açık denizlere ulaşmak olan bir toplumsal-siyasi refleks bu noktaya gelince, yandaki Baltık Denizi girişindeki Danimarka Boğazını (Danish Sound) ele geçirmek istemez miydi?
Türk Boğazları olmazsa, Danimarka Boğazı’nı alalım…

SAVAŞIN SONU
Savaşı bitirmek için, 20 Temmuz 1944’de kendine yapılan bombalı bir suikastı atlatan Hitler Batıdaki generallerinin, bir an önce Müttefiklerle bir ateşkes yapıp, Rus istilasına daha fazla güç ayırma teklifini kesinlikle reddedip, iki cephede umutsuz bir savaşa devam etme emrini vermişti.[11] Bu durumda, Ruslar çok daha kolay Berlin’e girip, ötesine de geçerlerdi. Churchill ki, Çanakkale yenilgisini hiç unutmayıp, çıkartmalara hep mesafeli davranıyordu, Roosevelt ile Normandia çıkartması yapmak üzere anlaştılar ve 6 Haziran 1944’de çıkartma başladı. Batının, eski günler gibi, Rusya’nın sıcak ve açık denizlere çıkmasına tahammülü yoktu. Aynı şekilde, hiç sevmedikleri Türkleri bu savaşta biraz da olsa azaltma girişimi başarısız olsa bile Boğazlar Ruslara asla verilemezdi; ABD tanımasa da MontrÖ ehven-i şer bir anlaşmaydı.
Artık genel tablo ortaya çıkmıştı; şimdi savaşı değil, savaş sonrasını düşünmek gerekiyordu, kimsenin Türkiye’ye savaşa gir, diye bir baskısı kalmamıştı, ama İnönü tekrar Çankaya’da acı acı savaş bitince ne yapacağını düşünüyordu. Türkiye’yi çağıran yoktu. Ama Yalta’dan önce, 9 Ekim 1944’de Kremlin’de Churchill-Stalin toplantısı yapıldı; yanlarında Molotov ve Eden vardı. Toplantının kritik anı “Yüzdeler Anlaşması” diye kayda geçmiştir:
“Haydi Balkanlardaki işlerimizi halledelim…küçük meseleler üzerine çatışmamıza izin vermeyin. Sadece Britanya ve Rusya söz konusu olduğunda Romanya’da % 90 etkinliğe sahip olmaya, bizim Yunanistan’da, örneğin % 90 almamıza ve Yugoslavya’da 50-50 olmasına ne dersiniz?” Bu tercüme edilirken, Churchill yarım sayfa kağıda şunları yazar ve Stalin’e uzatır: “Romanya: Rusya % 90, diğerleri % 10; Yunanistan: Britanya % 90 (ABD ile uyum içinde), Rusya % 10; Yugoslavya 50-50; Macaristan 50-50; Bulgaristan: Rusya % 75, diğerleri % 25.”[12]
Kağıdı alan ve tercümeyi dinleyen Stalin bir an kağıda bakar, odada büyük bir sessizlik vardır. Ardından mavi tükenmez kalemini alarak, kağıda büyük bir onay işareti koyarak Churchill’e uzatır. Böylece savaş sonrası Doğu Avrupa’nın kaderi çizilmiştir. Churchill: “milyonlarca insanın kaderini ilgilendiren bu tür konuları bu şekilde rasgele bir tavırla düşünmeden halletmişiz gibi gözükürse sadece kendi çıkarlarımızı gözettiğimiz düşünülmez mi? Hadi kağıdı yakalım”. Stalin: “Hayır, kağıdı sen sakla.”[13]
Balkan sorunu çözülmüştü ve savaşın sonuna da geliniyordu. Yalta’da (Kırım) 4-11 Şubat 1945 galipler toplandı. Türkiye konusunu 10 Şubat’ta Stalin Boğazlar meselesi olarak ortaya attı: Montreux Cemiyet-i Akvam MC zamanında yapılmıştı ve “Sovyetlerin boğazını sıkma hakkını veren” bu anlaşma düzeltilmeliydi. Churchill ve Roosevelt’in olumlu yaklaşmaları sonucu konunun üç dışişleri bakanının gelecek toplantısına bırakılması kararlaştırıldı. Başka bir önemli karar, Nisan 1945 sonunda San Fransisco’da toplanacak Birleşmiş Milletler, BM konferansına sadece 1 Mart 1945 itibariyle Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eden ülkelerin kabulüydü. Türkiye 23 Şubat’ta bu iki ülkeye, teorik olarak, savaş ilan ederek bu gereği yerine getirdi. Savaş bitmişti ama dert bitmemişti…
Kaynakça
[1] Roma imparatorluğundan gelen Akdeniz “Bizim Denizdir” yaklaşımını Faşist İtalya benimsiyor.
[2] Bu bilgileri Türk Dış Politikası, I. Cilt, ss 417-9’dan alıyorum.
[3] Benim yaşımdakiler yani 1940 kuşağının eski nüfus cüzdanlarında, “Ekmek Karnesi Verildi” damgaları vardır.
[4] “1938’de 219,4 milyon lira olan para arzı, 1942’de 765 milyona yükseltilmiş, dolayısıyla aynı dönemde fiyatlar % 350 civarında artmıştı” Cumhuriyet Ansiklopedisi, 2. Cilt, s 18.
[5] Loc. Cit.
[6] Veryansın, Yıldırım Koç, 16 Kasım 24.
[7] Vatikan’la ilişkin bir mesele önüne gelince, Stalin’in meşhur sorusu: “Papa’nın kaç tümeni var?”
[8] Türk Dış Politikası, I. Cilt, ss 451-2.
[9] İbid., ss 459-60.
[10] Bu topraklar ya da devletler, Polonya, Almanya’nın Doğu kısmı, Bulgaristan, Romanya ve eski Dual Monarşi yani Avusturya-Macaristan’dır. Avusturya’yı 1955’de tarafsızlık kaydıyla bıraktı. Yugoslavya Mareşal Tito Sovyet sisteminden çabuk ayrıldı; Rusya’nın yine Akdeniz’le karadan bağlantısı kesilmişti.
[11] Bu kritik 6 ayı anlatan en önemli kitaplardan biri: Ian Kershaw, The End, Germany 1944-45, Penguin, 2012.
[12] Bence bu “yüzdeler oyunu” Churchill’in Stalin’e attığı en büyük kazıktır. Baş emperyalist, ona Balkanlar’ı vererek Yunanistan’ı aldı; aslında Akdeniz’e, sıcak suların en âlâsına inmişken, Yunan komünistleri ülkeyi Almanlardan temizleyip kurtarmışken, onları oradan askeri olarak çıkarmanın çok zor olduğu bir durumda Stalin kendi rızasıyla Yunanistan’ı terk etti. Zaten Romanya ve Bulgaristan tarihi-kültürel bağları nedeniyle Rusya’nın nüfuz alanındaydı. Yunanistan’a denizden-karadan bir saldırı durumunda hemen yetişirdi. Tabii, bu durum bizi de çok zor duruma düşürürdü; Ege’de komşuluk Karadeniz’de komşuluğa benzemez, Ruslarla iç içe girince ne Trakya kalırdı ne de Montreux Sözleşmesi…Churchill farkına varmadan, Çanakkale’de bize yaptığı düşmanlığı bir şekilde affettirmeğe mi çalışmıştı?
[13] İbid., s 471.