Ergun Türkcan yazdı…
Bir Yıla Sığan Başarısız Bir Demokrasi Denemesi
1930 yılında yeni bir partinin kurulması, muhalefetin örgütlenmesi yılıdır. Mustafa Kemal’in mektep arkadaşı Fethi (Okyar) Bey’in 12 Ağustos’ta kurduğu, aslında, Cumhurreisi’nin ona kurdurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası ile resmi parti CHF’yi dengelemek, hissedilen derin bir muhalefet dalgasını güvenilir birinin yönetimine bırakarak hem Başvekil İsmet Paşa’nın tek başına iktidar olmasını önlemek hem de dinci çevrelerin artan rahatsızlığını bir şekilde bu yeni partiye “kanalize” etmeye çalıştı. Parti ya da o zamanın deyimiyle fırka o kadar çabuk genişledi ve sokağa döküldü ki, Fethi Bey’in 5 Eylül’de İzmir’i ziyaretinde CHF il binası taşlandı, tezahüratta 2 kişi öldü. Bunlar hem İsmet Paşa’ya hem de mevcut CHF Hükümetine muhalefetin tezahürünün ötesinde dinci Menemen olayının da habercisiydi.
Bundan daha da önemlisi bu parti ile iktidar partisi arasında, bir anlamda da Atatürk-İnönü arasında artık pek de saklanılamayan bir gerginliğin[1] işaretlerini veriliyordu: Örneğin 2 Ekim’de İsmet Paşa ile Fethi Bey arasında Meclis’te şiddetli tartışmalar yaşandı, ama iktidar partisi yine de güvenoyu aldı. Ertesi gün, 3 Ekim Mustafa Kemal Paşa Cumhuriyet gazetesine beyanat verdi: “Milletin umumi temyülü benim şu veya bu zaruret karşısında başvekil olmamı icap ettirirse bu vazifeyi kemal-i tevazu ve minnetle ifaya hazırım.” Bu ifade, “seni her an görevden alır, başvekilliği de üstlenirim, aklını başına topla” anlamına gelmiyor mu?
Tam ipler kopmak üzereydi ki 23 Aralık’ta, Menemen’de Derviş Mehmet ve arkadaşlarının çıkardığı irtica hareketinde yedek subaylık yapan öğretmen Kubilay şehit edildi. Cumhuriyet dönemi iç politikasının değişmez “leitmotiv”i irticai kalkışma modelinin, sadece geri kalmış Doğu Anadolu ve Kürt kabilelerinde değil[2], İzmir gibi ülkenin en Batılı ve zengin şehrinde bile geçerli olduğunun göstergesiydi. Teğmen Kubilay’ın katli dini cemaat muhalefetinin de boyutunu gösteriyordu. 1931 yılı, 29 Ocak’ta Menemen davasında 37 kişi idama mahkûm oldu, Meclis 28 kişinin cezasını 2 Şubat’ta onadı, 3 Şubat 1931’de idam edildiler ama bu iş hemen kapanmadı. Acaba, İnönü kendi (devlet) istihbaratıyla olayı biliyor, partiyi kapatmak ve Gazi’nin kendisiyle uğraşmasını önlemek için olayın gelişmesini mi bekliyordu. Bu ikilinin çok yakın dost ve ortak kurucu olduğuna inan resmi tarih taraftarları buna hayır diyeceklerdir. Cumhurresi’nin küplere binip, “derhal topçu birlikleri gönderin, Menemen’i yerle yeksan edin” emrini, “mahkeme var, bekleyelim” diye soğukkanlı bir cevapla atlatan İnönü, zaten SCF’nin 17 Kasım’da kendini feshetmesiyle bu dertten kurtulmuştu.
Bu bazı tanıkların anlatımına dayanarak kurulmuş bir senaryodur. Anlaşılan başvekili, ona ülke yönetmenin kendi işi olduğunu bir kez daha hatırlatıp, kendine başka uğraşı bulmasını tavsiye etmiş olabilir. Aslında en büyük dert iktisadi durumdur. Gazi Paşa bu yıl yaptığı ve yanına aldığı, Limancı Hamdi gibi bazı uzmanların kaydettiği yurt gezilerinde durumu kendi gözleriyle görmüş, başvekilin hazırlamaya başladığı sanayileşme planı ve benzer faaliyetlere destek olurken kendine, uzaktan muhalefet partisi yönetmek yerine entelektüel bir uğraşı bulmuştu: Türk tarih ve dilini araştırmak. Bu Türk aydınlanmasına Cumhuriyet’in iktisadi alt-yapısını kuran sanayi planlarına paralel bir entelektüel bir planlamadır.
Türklerin Köklerine Doğru Bilimsel Yollar Aramak
Bunun için ulusal ve uluslararası akademik çalışmalara yönelip kurumlaşmak gerekirdi: Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları bu dönemin eserleridir. Bu kurumlar birçok önemli konferans düzenleyerek, din ve hurafelerden ayıklanmış bir milli tarih arayışına girişip Cumhuriyet’i dünyaya tanıtacaklardır. DTCF’nin 1935’de kurulduğuna değinmiştik. O dönemde ırkçı çalışmalar moda olduğu için antropoljik ölçümlerle şimdiki deyimle Türk İnsanı, fizik olarak tanımlanmaya çalışılmıştır. Türkiye’de bilimsel tarih, (evrimci) insan biyolojisi-antropolojisi ile pek çok sosyal bilimin ülkeye girişi sağlanmıştır. Bunlar siyasi konular olmadığı için konuya girmek istemiyorum. Bunlar Atatürk’ün sevdiği ve çok uğraştığı pet projeleridir; saygı gösterip, şükranlarımızı sunmamız gerekir. Bilimsel ve evrimsel tarih, biyoloji, antropoloji, paleo-antropoloji gibi laikliğin ayrılmaz parçalarıdır.
Laiklik, Ata’nın en büyük projesi Cumhuriyet gibi, ona paralel yine Türkiye şartlarına göre 1924’ten 1934’e kadar hukuken tanımlanmış, bazı kurumlarla desteklenmişti ama hala Cumhuriyet gibi yerli yerine oturduğu konusunda kuşkular sürüyordu, sürecektir, göreceğiz.
1931 Yılı: 1912 yılında Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yusuf Akçura ve arkadaşları tarafından kurulan Türkçülük-Turancılık akımlarının savunucusu bir dernek sayılan Türk Ocakları, aslında çok uluslu bir imparatorluk (Osmanlı) içinde Türk unsurunun hakimiyetini savunan, dolayısıyla İTC’nin amaçlarına hizmet eden bir dernek olarak 10 Nisan’da toplanan olağanüstü kongresinde kendini fesh ederek mallarının CHF’ye devrine karar verdi. Hars ya da kültür milliyetçiliği, aynı yani dil-kültür grubu, milliyetçiliğin temel ölçüsüydü. Kültür tartışmaları 1930’lara damgasını vuracaktır; geleceğiz.
1932 Yılı: İlk Türkçe Kur’an, Hafız Yaşar (Okur) tarafından Yerebatan Camii’nde 22 Ocak’ta okundu, 29 Ocak’ta 8 hafız tarafından Sultanahmet Camii’nde Türkçe Kur’an okundu. İlk Türkçe ezan da 30 Ocak’ta Fatih Camii’nde, ikindi vaktinde okundu. 3 Şubat gününde, Kadir gecesi Ayasofya’da, Türkçe Kur’an okunarak kutlandı; 5 Şubat’ta da Süleymaniye’de ilk Türkçe hutbe okundu. Görüldüğü gibi, İslam ilk kez, bir tür (Luther’den dört yüzyıl sonra) Protestan modelde, millileşiyordu.
1933 Yılı: Cumhuriyet’in onuncu yılıdır. İlk kez yılbaşı gecesi Ankara Palas’ta M. Kemal Paşa’nın katılımıyla kutlandı. Ancak 1 Şubat’ta Bursa’da Türkçe ezan karşıtı gösteriler yapıldı. 31 Mayıs’ta İstanbul Darülfünun’un ilgası ve Milli Eğitim Bakanlığına bağlı İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasına ilişkin kanun Meclis’te kabul edildi. Devrim camiden, ilk mektepten yani alt-yapıdan üst-yapılara doğru yayılıyordu. Bu yıl Cumhuriyet’in temeli olan en önemli iktisadi alt-yapısını kuracak Birinci Sanayi Planı’nın da başlangıcıydı; ona da ileride geleceğiz.
1934 Yılı: 22 Haziran’da soyadı kanunu kabul edildi. Böylece, Türklerin eski usul doğduğu yere göre tanımlanan kullar, kabile mensupları olması yerine belli bir ailenin ferdi olabilmesi ve buna göre nüfus kayıtlarının oluşturulmasının yolu açıldı. 24 Kasım’da Mustafa Kemal’e, Meclis tarafından Atatürk soyadı verildi. Kadınların seçme ve seçilme hakları 5 Aralık 1934’de kabul edilecek, yine 26 Kasım 1934’deki kanunla eski (Osmanlı) ünvanları kaldırıldı ve 3 Aralık’ta din adamlarının dini kıyafetlerini ancak mabetlerin içinde ve törenlerde giyebileceği belirtildi. İşte Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesine ilişkin Bakanlar Kurulu Kararnamesi 24 Kasım’da açıklandı ve bir müze olarak 1 Şubat 1935’de, açıldı.
1935 Yılında: 27 Mayıs, Ulusal Bayramlar ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun’la hafta tatili cumartesi 13’den başlamak üzere pazar günü oldu. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (DTCF) 14 Haziran’da Ankara’da açıldı; kültür devrimini başka bir boyuta taşıyacaktır. Bu üst-yapı devrimleri sürerken ülkenin iktisadi alt-yapısı da hızlı bir şekilde kuruluyordu.
Cumhuriyet İktisadi Alt-yapısını Planlayarak Kuruyor [3]
Türkiye 1916 gümrük tarifelerinden kendi koyduğu yüksek gümrük tarifelerine ancak 6 Ağustos 1929’da geçebilmiştir. 1934, Türkiye’nin devletçilik politikalarını fiilen uyguladığı, yani ilk sanayi planını yürürlüğe koyduğu yıldır. Krizden önceki son liberal yıl olan 1928’de Türkiye’nin ithalatı 223 milyon lira; ihracatı 174 milyon liradır. Büyük Buhranı 1929 takiben gümrük tarifelerinin artırılmasından 6 yıl sonra 1934’te, ithalat 87 milyon lira ve ihracat 92 milyon liradır. Bu sürede, ithalat yaklaşık 3 misli, ihracat ise 2 misli azalmıştır. (Tekeli ve İlkin, 1982, Tablo 17’den), dış ticaret hadlerinin tarım ürünleri aleyhine dönmesi ile Türkiye, 1928’e göre miktar olarak %34 daha fazla ihracat yapmasına rağmen ihracatın parasal değeri yarı yarıya düşmüştür. Daha Türkiye’nin ihraç edebileceği yarı mamul bile mevcut değildir, tamamen ham madde ve tarım ürünleri…
Gümrüklerin bu aşamada (1929) kontrol edilmeye başlanması iyi bir tesadüftü. Buna karşın, Osmanlı borçlarının ödemesi de bu tarihte başlıyordu. Lozan’a göre 1929’da ödemesine başlanılacak borçlar 1928’de yeni kurulan Cemiyet-i Akvam aracılığıyla yeni ödeme esaslarına bağlanmıştı. Gerçi görüşmeler 1933 yılına kadar sürdüğünden, bu kriz dönemi bir şekilde atlatılmış oldu. Sonunda Türkiye’nin 8 milyon altın lira (yılda 700 bin lira) ödeme yapması kararlaştırıldı. Bu dönemde, yabancı ortaklığı, Düyun-u Umumiye artığı Osmanlı Bankası yerine milli T. C. Merkez Bankası 1930’da kurulacak, para arzı buradan yapılacaktır.
1924’e kadar 4 yılda 30 şirket kurulmuşken bu tarihten sonra hızlı bir canlanma görülüyor: 1924’te 27, 1925’te 40, 1926’da 37 şirket kuruluyor. Batı ile sert bir mücadeleye rağmen iktisadi ilişkilerin Mustafa Kemal’in gösterdiği yolda iş birliğine yöneldiği kanaatini oldukça güçlendiriyor. Aynı dönemde, Sovyetlerin de “Yeni Ekonomi Politikası” (NEP) ile Batı sermayesine ve teknolojisine açıldıklarını ve pek çok ortak yatırım yaptıklarını düşünürsek bu pragmatik ve hatta akılcı yaklaşım garipsenmemelidir. Üstelik yeni iktisat rejimi hiçbir zaman sosyalist bir çizgiye de girmemiştir, halkçı-devletçi kalmış; liberalizme de yanaşmamıştır.
Bu dönemde sanayileşmeye hız verebilme yönünde atılan en önemli adım, 1913 yılında çıkarılmış olan Teşvik-i Sanayi Kanun-u Muvakkatı’nın yeni biçimde yasalaştırılmasıdır. Kanun 15 yıllık bir süre için çıkarılmış olduğundan 1928’de yürürlükten kalkacaktı. Bu kanun uygulandığı süre içinde “189 adedi hükümet-i sakıta ve 281 adedi hükümet-i milliye zamanında olmak üzere 470 fabrika mazhar-ı muafiyete” ulaşmıştır. Bu fabrikalarda yıllık 5.010.472 lira amele yevmiyesi verilmekte; 38.841 beygir takatinde kuvve-i muharrike kullanılmaktaydı. Ne var ki bu gelişme Cumhuriyet’in özlemlerinin çok altındaydı. Yine 15 yıllığına 1055 sayılı Teşvik-i Sanayi Kanunu 28.5.1927 tarihinde kabul edildi. Bu kanunun başlıca yenilikleri ölçeklere göre teşvikleri farklılaştırması ve yeni teşvik türleri getirmesidir. Bu kanunun yenilenme isteği, İzmir İktisat Kongresi’nin kararları arasında da bulunuyordu.
Yeterli miktarda özel sermaye birikiminin ve girişimcinin mevcut olmaması, Türk devletini kendi şirketleri yoluyla birikim yapmaya ve sanayicisini yetiştirmeye mecbur etmiştir.
İnönü’nün Sovyet Rusya ve İtalya’ya Yaptığı Tetkik Gezisi [4]
Başvekil İsmet Paşa 25 Nisan-10 Mayıs 1932 tarihleri arasında, tarihin ilk büyük sanayileşme planını uygulayan Stalin’in Sovyetler Birliğini kalabalık bir uzman heyeti ile ziyaret etti. Heyet ağır-hafif 70 sanayi kuruluşunda inceleme yapmış, Sovyetlerin ağır sanayide, tekstilde “en son terakkiyata” uygun makinalar geliştirdiklerini saptamıştır. Türk uzmanlar Türkiye’de kurulması düşünülen tekstil sanayiinin makinalarının %90 nispetinde Sovyetler Birliği’nden sağlanabileceği kanaatine varmışlar ve böylece, ilk Türk sanayi planının en önemli teknolojik kaynaklarından birisi ortaya çıkmıştır. Teknolojiye ek olarak Sovyetler, kendilerinden makine alımı için faizsiz ve 20 yıl süreyle mal ihracıyla ödenecek 8 milyon altın dolarlık (yaklaşık 16 milyon lira) bir kredi açarak Birinci Plan’ın ana dış parasını da sağlamış oluyordu. (Tekeli ve İlkin, 1982, 138-142)
Sovyet gezisinden kısa süre sonra başvekil, bu kez sanayileşmiş bir Avrupa ülkesi olan İtalya’yı 22 Mayıs-2 Haziran 1932 tarihleri arasında yine geniş bir uzman kadrosuyla ziyaret etti. Bu temaslar sırasında, İtalya’nın Türkiye’ye 300 milyon liret (yaklaşık 32 milyon lira) bir kredi vermesi için anlaşılmıştır. Kredinin üçte biri nakit, üçte biri makine ve üçte biri de İtalya’ya olan borçların ertelenmesi için ödenecektir. Böylece, dönemin ilk ve tek planlama deneyimi yaşayan ülkesi ile faşist fakat gelişmiş bir kapitalist ekonomiyi gören başvekil, kendi devletçi uygulaması için gereken malzemeleri toplamıştı. Bu uygulama ne tam liberal kapitalist ne de özü bakımından sosyalist olacaktı. Her sistemden bir şeyler alınıp orta bir yol bulunacaktı.[5]
Birinci Sanayi Planı, 1933:
Siyasilerin ve uzmanların[6] yurt içinde ve yurt dışında yaptığı inceleme gezileri sonucunda 1933 yılı sonunda ortaya çıkan 8 Ocak 1934’te iktisat vekili tarafından kamuoyuna sunulan ve “Raporlar” başlığını taşıyan Birinci Sanayi Planı’nın “Umumi Kısmı”nda, ana sanayiyi beş büyük grupta toplanmıştır:
- Mensucat sanayii (pamuk, kendir, yün).
- Maadin sanayii (demir, sömikok kömürü, kömür müştekatı, bakır, kükürt).
- Selüloz sanayii (selüloz, kağıt ve karton, suni ipek).
- Seramik sanayii (şişe, cam ve porselen).
- Kimya sanayii (zac yağı, klor, sudkostik, süperfosfat).
Planın I. kısmında enerji ile ilgili somut bir yatırım projesi, modeli hatta bir genel tercih bile bulunmuyor. Bu bakımdan, elektrifikasyonu sosyalizmi inşayla eş anlamlı bir konuma çıkaran Sovyet planı ile hiç ilgisi olmadığı açıktır. Sadece, kurumsal olarak bir “enerji bürosu” ihdası öngörülmektedir ki hala görevde olan Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ) ile Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü, MTA bu dönemde kurulmuştur.
Bu planı uygulayacak teknik iş gücü gereği ve karşılanma yolları da araştırılmıştır. Kurulacak fabrikaların 12-15 bin kadar işçi, teknisyen, kalifiye işçi ve yüksek mühendis gerektireceği düşünülmüş, ilk hamlede SSCB’ye pamuklu mensucat fabrikalarını çalıştıracak çekirdek kadro olarak 50 öğrenci gönderilmiştir. Ayrıca, Avrupa’ya ilk partide 50, sonraki her yıl 30 öğrenci gönderilmesi de öngörülmüştür. Bir anlamda, Birinci Sanayi Planı teknik orta öğretim (sanat okulları) talebini tahrik eden bir mekanizma oluşturmuştur. Ancak İTÜ İstanbul Teknik Üniversitesi 1944’te, ODTÜ 1956’da kurulacaktır; geri kalma nedenleri sayılabilir…
İkinci Sanayi Planı’nın hazırlıkları 1934’te birincisinin yürürlüğe girmesinden bir yıl sonra başlatılmıştır. Daha çok ara mallar ve mensucat üzerinde duran birincisinin aksine ikinci plan tüketim malları sanayinin geliştirilmesini amaçlayan bir yapıdadır ve birinci plana göre daha ayrıntılı mühendislik, maliyet ve piyasa araştırmalarına dayanmaktadır. Önemli bir gelişme, İkinci Sanayi Planı’nın bir kısım sorumluluğunun 2805 Sayılı Kanun’la 1935’te kurulmuş olan yeni bir devlet kuruluşuna, Etibank’a verilmesidir. Birinci Sanayi Planı’nın sorumluluğunu alan Sümerbank 2262 Sayılı Kanun’la 11.7.1933’te, yani bu planın yürürlüğe girmesinden önce kurulmuş ve çalışmaya başlamıştı. Etibank’ın çalışma alanı maden işletmeciliği ve enerji üretimiydi. Sümerbank bir anlamda Birinci Sanayi Planı’nın, Etibank ise İkinci Sanayi Planı’nın anası sayılabilir. Kısaca, 1930’larda gerçekleşen bazı sanayi tesislerine ve demiryollarına değinelim.
Demir-Çelik Sanayi ve Kömür Üretimi:
Geleneksel sanayileşme sürecinin bir ayağında tekstil sektöründe makineleşme, öteki ayağında makine-metalürji bulunur. Makine sanayinin temeli de demir-çelik üretimidir. Türkiye, 20. yüzyıl başında modern tekstil fabrikalarına kavuştuğu halde, Sanayi Devrimi’nin öteki ayağı demir üretimini modern usullerle gerçekleştirememişti. Demirsiz bir sanayi programı düşünülemez; demir-çelik üretmeyen modern bir ülke olamazdı. Demir üretmek için de kok kömürü gerekliydi. Türkiye’de taş kömürü üretimi, Zonguldak Havzası’nda 19. yy’da başlamış olmakla birlikte demir cevheri varlığı hakkında yüzeysel bilgiler mevcuttu. Demir üretimi ciddi olarak ele bile alınmamıştı. Bu konuda, birçok yerli ve yabancı uzmana raporlar yazdırılmış, bu raporlar, Sovyet Uzmanı N. Yuşkeviç’in “Türkiye Kimya ve Demir Sanayiinin Tesis ve İnkişafı Hakkındaki Rapor”unda yeniden ve kimya sanayii de dikkate alınarak değerlendirilmiş ve bunun sonucunda kuruluş yeri olarak Karabük ortaya çıkmıştır.
Birinci Sanayi Planı’nda kuruluş yeri olarak Ereğli mıntıkasına bağlı yerlerde ve sahilden biraz uzakta bir bölge belirlense de yer belirtmiyor. Birinci Sanayi Planı’nı yürürlüğe sokan 11 Nisan 1934 Kararnamesi ve Sümerbank Genel Müdürlüğüne yazılan 17.4.1934 tarihli gizli emirde “demir cevherlerini işlemek için tetkik ve teşebbüslerin tetkik ve intacı; demir sanayii kurma işinin yerli maden işletilmesine talik olunmaması takarrür etmiştir. Demir sanayiinin yeri Karadeniz mıntıkası olmakla beraber yeri henüz takarrür ettirilmemiştir; Safranbolu civarı tetkik olunacaktır” deniyor. Tabii İktisat Vekaleti tarafından Erkan-ı Harbiye’nin (Genelkurmay Başkanlığı) iştiraki ve onayı ile. (Tezel, 298) Daha az devletçi bir zat olan Celal Bayar’ın, iktisat vekili olarak yer seçimi konusundaki yaklaşımı ilginçtir: “Sınai tesislere yer intihabında münhasıran iktisadi mülahazaların hakim olmadığı… malumdur. Milli sanayiin, memleketimizde iktisadi ihtiyaçlara olduğu kadar yüksek menfaatlerimizin istilzam ettirebileceği nazik vaziyetlere de cevap verebilmesi… lüzumunda tereddüt yoktur.” (Tezel, 303) Bu nedenle daha özel olarak Mareşal Çakmak, Isparta ve Burdur’a inen tren hatlarının Torosları geçip Antalya’ya ulaşmasını engeller, sebep ise İtalya’nın buradan gelebilecek olmasıdır.
Erkan-ı Harbiye, sonunda Karabük’e karar vermiş ve birinci planda 100 bin ton/yıl demir üretmesi öngörülen bu tesis, 1936’da İngiliz firmasına ihale edilmiştir. Yatırımın İngilizlere verilmesi finansmanla ilgili darboğaz ve bir bakıma Batı ile Sovyetler arasındaki denge kurma sorunundan kaynaklanan bir karardır. Çünkü, yatırım değeri proje tahmininin çok üstüne çıkan tek yatırım bu demir-çelik tesisidir. (Tekeli ve İlkin, 200)
Karabük, 1.12.1936 tarihinde H. A. Brassert Ltd. şirketine ihale edildi. Temeli, 3.4.1937’de atılan tesislerin ilk fırını, resmen 9.9.1938’de işletmeye alındı. “Tesisler 1940 yılında 320.000 ton/yıl ham demir, 148.000 ton/yıl çelik ve 70.000 ton/yıl haddehane kapasitesi ile tamamlandı. Aşırı ihtiyatlı bir ulusal güvenlik yaklaşımı ile yeri seçildiği için kömür havzası ve liman tesislerinden 96 kilometre içerde kurulan komplekste, birbirini tamamlayan üretim birimleri arasındaki kapasite ilişkisi son derece uyumsuzdu. Bu nedenle 1940-50 arasındaki ortalama kapasite kullanımı haddehanede %71, fırınlarda ancak %26 oldu. Hem yer seçimi hem de kapasite konusundaki yanlışlar nedeniyle ortaya çıkan iktisadi kayıplar, sanayileşme sürecini olumsuz yönde etkiledi.” (Tezel, 305) Bu yanlışlıklara rağmen Karabük tesisleri Türkiye’nin demir çağına girişini müjdeleyen ilk ağır sanayi yatırımıdır; neredeyse 90 yıldan beri, hâlâ çalışmaya ve üzerinde tartışmalar açmaya devam ediyor.
Bakır Üretimi
Bakır Anadolu topraklarında binlerce yıldır geleneksel teknolojiyle üretilmekte, yılda 2-3 bin ton arası bakır üretimine ek olarak, bir o kadar da ithalat yapılmaktaydı. Birinci Sanayi Planı Ergani’de, 10 bin tonla başlayıp daha sonraki yıllarda tedricen 15 ve 24 bin tona çıkacak bir tesis öngörülmüştür. 15 bin tonluk bir tesisin Avrupa çapında büyük bir kapasite olduğu ve bu üretimin de 10 bin tonunun ihraç edilebileceği düşünülmüştür. Ergani Bakır İzabe Fabrikası temeli, 10 bin ton/yıl kapasiteyle, 1937’de atıldı, tam iki yıl sonra da işletmeye alındı. Tesis kurulduğunda 1300 civarında kişiye istihdam sağlıyordu. Bu yatırımların yanı sıra, kimya sektöründe yine Sümerbank’ın gerçekleştirdiği Gemlik suni ipek (viskoz) yatırımı 1938’de işletmeye alındı. Bir maden işletmesi sayılan ancak kimya sanayiine günde 40-50 ton kükürt girdisi sağlayan Keçiborlu kükürt tesislerinin temeli de Sümerbank ve İş Bankası’nın ortak yatırımı olarak 1935’te işletmeye alınmıştır.
Kâğıt Sanayi
Okuma yazma seferberliğine girmiş Türkiye’nin kâğıt ihtiyacı için Birinci Sanayi Planı’nda 2 kâğıt ve bir selüloz fabrikası öngörülmüş, 10.540 tonluk ilk kâğıt fabrikasının temeli 1934’te İzmit’te atılarak 1935’te açılmıştır. İkinci kâğıt fabrikasıyla selüloz fabrikasının temeli de 1936’da atılmış ve fabrika 1944’te işletmeye alınmıştır. Birinci planda daha küçük kapasiteler öngörülmüş olan bu üç tesisten ikinci kâğıt fabrikasının kapasitesi 11.500 ton/yıl, selüloz fabrikasının kapasitesi de 18.900 ton/yıl şeklinde gerçekleştirilmiş ve daha sonraki tarihlerde çok daha büyük miktarlara ulaşılmıştır. Sümerbank tarafından İzmit’te körfez kenarındaki bu tesisler, SEKA’nın temelini oluşturmaktadır; şimdi ortadan kalkmıştır.
Cam ve Seramik Sanayi
Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası’nın temeli, İş Bankası tarafından 1934’te atılarak 1935’te işletmeye açılmıştır. Fransız Stein firması tarafından işletmeye alınan fabrika, 5.2.1936’da yeni kurulan Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş.’ye devredilmiştir. Böylece, bugün de İş Bankası’nın kontrolünde olan, dünyanın en büyük cam firmalarından biri doğmuş oluyordu. Ancak bu projede öngörülen pencere camı tesisi o zaman kurulmamış, sadece 1944’te üretim denemeleri yapılmıştır. İlk pencere camı fabrikası 1961’de Çayırova’da faaliyete geçecektir. Paşabahçe ülkenin tüm cam eşya talebini karşılamaktan uzak olduğu için, bazı küçük özel sektör fabrikaları da kurulmuştur.
Türkiye’de Demiryollarının Yaygınlaşması:
İki sanayi planında da demir-çelik sektörüne ilişkin yatırım projeleri içinde demiryolları sanayi ve yatırımlarına ilişkin bir proje olmaması ilgi çekicidir. Anlaşılan, işin önemli madeni ile demiryollarının ayrı bir plan ve program içinde ele almayı gerektiriyordu. Türkiye 1930’lar bir taraftan mevcut hatları devletleştirirken demiryolu yapımına da hız vermiştir. Türkiye’nin sınırları içinde, 1924’e kadar mevcut hatların uzunluğu 3714 kilometreydi. Bu hatlar sırayla devletleştirilmiştir. Türkiye’nin en zor ekonomik şartlarında, 1925-1933 yıllarında, 2048 kilometrelik Sivas, Malatya, Samsun ile Kütahya’dan Balıkesir’e ulaşan hatları yapması, bu konuya ne kadar önem verdiğini gösterir. Cumhuriyet’in 25 yılda yaptığı demiryolu, devraldığı hatlardan uzundur: 3779 kilometre. 1950’de ülkede 7493 kilometre demiryolu mevcuttu. Bu tarihten sonra karayollarına ağırlık verilmesiyle demiryolu yapımında duraklama başlamıştır.
Türkiye’de İlk Uçak Sanayii Denemesi
Türkler uçakla icadından hemen sonra, II. Meşrutiyet döneminde tanışmışlar, Türk-İtalyan Savaşı ile başlayan havacılık, Birinci Dünya Savaşı’nda gelişmiştir. Çeşitli savaş uçaklarını kullanmakta beceri kazanan Türkler, İstiklal Savaşı’ndan sonra Cumhuriyet’in kurulması ile beraber, kendi uçaklarını yapmak üzere de girişimde bulundular. Uçak ve uçak motorları üretmek üzere ilk girişim, 1925’teki Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi TOMTAŞ’tır. TOMTAŞ, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile Alman Junkers Uçak Fabrikası arasında yapılan bir anlaşmayla Ankara’da 3 milyon lira sermaye ile kurulmuş, Kayseri ve Eskişehir’de birer tesis teşkil edilmiştir. Bu tesisler, bugünkü hava ikmal ve bakım merkezlerinin nüveleridir. Kayseri’de 6 Ekim 1926’da açılan Tayyare Fabrikası’nda 120’si Alman 170 personel çalışıyordu. Bu tesis kuruluş amacını gerçekleştirememiş, sadece Hava Kuvvetleri’nde mevcut olan çoğu Alman yapımı uçakların bakımını yapmıştır. Bu fabrika 1928’de kapatılmış, tesis Milli Müdafaa Vekaleti’ne, şirket hisseleri de 520 bin liraya Türk Tayyare Cemiyeti’ne (Türk Hava Kurumu) devredilmiştir.
İlk uçak üretimi, 1932’de Milli Müdafaa Vekaletiyle Amerikan The Curtiss Firması arasında gerçekleştirilen lisans anlaşmasıyla başladı. Bu yıl tek motorlu, iki-kanatlı (biplane) 33 adet Curtiss Hawk ve 8 adet Fledging uçağı üretildi; lisans anlaşmasının bitmesiyle, uçak üretimi durmuş ve 1935’de, 3 ayrı tipte 53 adet planör imal edilerek Türk Kuşu’na teslim edilmiştir. 1936 yılında, bu kez Alman Gothaer Waggon A.G. ile bir lisans anlaşması yapılıp 1937’den itibaren 45 adet tek motorlu, iki-kanatlı Gotha-145 tipi uçakların imalatına başlandı. Bu lisans da sona erince 1937’de, Polonya Pantswowe Zaklady Lotnicze firması ile tek motorlu, tek-kanat (mono-plane) PZL-24A ve 24C uçak tiplerinin imaline geçilerek toplam 24 adet yapılmıştır. (TEI; 25-6)
Deniz Ulaşımı ve İlgili Sanayiler
Cumhuriyet, Osmanlı idaresinden, çoğu çürüğe çıkmış küçük tonilatolu 58 bin grostonluk 88 gemilik ihtiyar bir filo devralmıştır. İşte bu filoya sahip Türkiye 1 Temmuz 1926’da Türk sahillerinde deniz ulaşımını yabancılardan alarak Türklere devreden Kabotaj Kanunu kabul etti. Bu dönemde, yeterli sayıda ticari gemi olmaması nedeniyle denizyollarının Pire ve İskenderiye’ye yaptığı düzenli seferler kaldırılmış, harice düzenli sefer yapan bir Türk şirketi kalmamıştır. Planların dışında, daha önce yurt dışına ısmarlanmış 15 adet çeşitli geminin yapımının sürdüğü ve ayrıca İngiltere’ye yeni gemiler sipariş edileceği anlaşılmaktadır. İkinci Sanayi Planı gemi yapımı ve satın alınmasına ilişkin projeleri kapsamamakta fakat daha ayrıntılı bir şekilde, İzmir ve İstanbul limanlarının inşaat ve donanımı ve diğer limanların ıslahı konularında durmaktadır. Denizciliğin bu zavallı durumu İsmet Paşa’yı fazla üzmese bile Atatürk’ü derinden rahatsız etmektedir. Hele donanmanın halini Montreux Anlaşması’nı ele alırken tekrar değineceğiz.
Başvekil İnönü’nün Kısıtları [7]
Tarihe 80-100 yıl ve daha da geriden bakınca pek çok güncel ama kritik ayrıntı da gözden kaçıyor. İnönü’nün Atatürk ile olan sürtüşmelerine yukarıda kısaca değinmiştik. Bu sorun dostça çözüldü; daha sonra yine fitne unsurları kendini gösterecektir. Zaten Ata çok geniş ufuklara bakmayı seven, günlük ayrıntıları yardımcılarına bırakan bir liderdir. Oysa İnönü ayrıntıları yani günlük olayları izleyen daha bürokratik bir karakterdir.[8] Cumhuriyet bu zıtların birliğinden oluşan, iç dinamikleri sağlam bir yapı olarak doğmuştur. İnönü dönemi, 1938-1950 altıncı bölümde ele alınmaktadır.
[1] Bu gerginliklerin bir örneği olarak Çankaya’da yaşanan bir hadisenin yakın bir tanığından (Ali Rıza Erdim) anlatımı için Bkz.: E. Türkcan, Tarihten Teknolojiye, Destek Yayınları 2013, ss 40-42.+
[2] Ağrı ayaklanması 1926’da başlayıp sürüyordu. İşin başında sadece İhsan Nuri Paşa’nın yönettiği Kürt aşiretleri değil, Hınıs Ermenilerinden Ardeşes Muradyan’ın da bulunduğu bu geniş çaplı isyan 7 Eylül’de başlayan harekat ile 9. Kolordu birlikleri ve 40’dan fazla uçakla bastırıldı. Cumhuriyet Ansiklopedisi, YKY, Cilt I 1923-1940, Dördüncü Basım, 2003, s 149’dan alıyorum. Cumhuriyet artık hava kuvvetine de sahipti; uçak da yapacaktır.
[3] Bu iktisat kesiminde genellikle E. Türkcan, Dünya’da ve Türkiye’de BİLİM, TEKNOLOJİ VE POLİTİKA, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009, 9. Bölüm, ss 427 – 459 arası bilgilerden yararlanılmıştır.
[4] Bu dönemler için yeni bir eser: Serdar Şahinkaya, Cumhuriyet İktisadının Makas Değişimi, Telgrafhane, İkinci baskı 2019.
[5] Ancak, teorik ve ideolojik çerçevenin hazırlanmasına ve yeni sosyoekonomik programa yollar açan önemli bir yayından söz edilmesi gerekir. Bu da Kadro mecmuası ve “Kadro Hareketi”dir. “Kadrocular” hakkında son bir derinlemesine araştırmayı, bu dönemlere ait çalışmalarından serbestçe yararlandığım değerli araştırmacı dostlarım İlhan Tekeli ve Selim İlkin yaptı. Bkz. Tekeli ve İlkin, 2003, çeşitli yerler.
[6] Ağustos 1932’de gelen Sovyet uzman heyeti de, yurtta büyük ilgi uyandıran ilk incelemeleri sonucunda, Türk uzmanlarının tekliflerini değerlendirmişler, iki aylık geziden hasıl olan kendi görüşleriyle birlikte Kasım 1932’de, “Türkiye Pamuk, Keten, Kendir, Kimya, Demir Sanayii” başlığında bir rapor vermişlerdir. Raporun en büyük bölümü pamuk sanayiine ayrılmıştır. Ülkenin pamuklu ihtiyacının % 72’sinin ithalatla karşılanması nedeniyle, 3 yerde toplam 170 bin iğ ve 3900 dokuma tezgahının 2 vardiya çalışması öngörülmektedir. Bu “kombina”lar hem iplik hem kumaş yapacak nitelikte olmakla birlikte, biri ham ve boyanmış kumaş, biri alaca mensucat ve biri de basma türüne tahsis edilmiştir. Sonuçta, Kayseri ve Nazilli ilk iki pamuklu kombinasının yeri olarak seçilmiştir. Bu konudaki belge ve bilgiler için bkz. Tekeli ve İlkin, 1982, Ek IV.
[7] Bu dönemin genel bir siyasi profili için temel bir kitap: Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, 2011.
[8] Onun 1964’de tekrar Başbakan olduğu zaman gazeteci Mete Akyol’a makamında verdiği bir röportajı hiç unutmuyorum: Mete soruyor: “Paşam, bugün Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” İnönü, önündeki dosyayı çekip, gördüğü bir yazıya bakarak, “İşte budur” diyor. Bir tayin, bir kararname veya Hariciye’den gelen bir bilgi olabilir; Mete bunu görmüyor. İnönü önündeki her yazıya, ne olursa olsun aynı önemi vermektedir.