Ergun Türkcan yazdı…
ŞU 1989 YILI
Genelde bu dönem, 1983 sonu – Ekim 1989, Özal Dönemi diye bilinir. Gerçi 1993’ün Nisan ayına kadar CB olarak görev yapsa da, Türkiye’nin demokratik uygulamasında Çankaya’nın siyaseten önemli bir rolü yoktur. Buna rağmen, Özal çok zayıf-deneyimsiz bir Başbakan seçip tüm ekonomiyi ve dış siyaseti yönetmeğe çalışacaktır. Özal’ın Başbakanlığı bittiğinde yani CB olduğunda, Avrupa’da hatta dünya ölçeğinde çok büyük-tuhaf bir olay gerçekleşti: Önce kurşun sıkmadan Berlin Duvarı yıkıldı, arkasından SSCB kendiliğinden çöküp 15 parçaya ayrılınca 45 yıllık Soğuk Savaş dinamikleri-ideolojik sınırlar ortadan kalktı: tek-kutuplu bir dünya modeli ortaya çıktı; bu Amerikan Süper-Emperyalizmi için çok büyük bir firsattı, eline geçmişken tüm dünya hakimiyetine soyundu; bunun için İslam ülkelerini, başta Orta-Doğu’yu kendi kafasına göre düzenlemek istedi; Yeşil Kuşak yerine başka projeler doğdu. Bu projelerden Türkiye’nin payına neler düştü? ABD’nin İslam ve özelinde ise Orta Doğu projeleri son derece beceriksiz, yanlış, fakat tüm ilgili ülkelere büyük zararalar verdiği gibi kendisine de fazla yaramayan felaket senaryolarıdır. Yakın tarihe kısaca bakalım.
Bu felaket senaryolarının kökeni, bilindiği gibi, İran’da, 1979 ABD’nin sadık müttefiki Şah’ın İslamcı bir devrimle sonucu kaçması; komşusu fakir Afganistan’ın da 40 yıllık modernleşme çabalarına engel olmaya çalışan İslami muhalefetin azması üzerine mevcut laik yönetimin SSCB’den yardım istemesi üzerine askeri-iktisadi yardım gönderilmesidir. ABD, Tahran’da muhasaradaki elçilik personelini kurtarma çabası tam bir skandala dönüşürken, Afganistan’da Suudi Arabistan’ın finansmanı ve Usame bin Ladin’in kurduğu İslamcı çetelerin bu ülkedeki faaliyetleri, tabii ki, genelde dağlardan oluşan bir ülkede ağırlıklı olarak bir helikopter savaşı yürüten Rusya’ya karşı ABD’nin omuzdan atılan stinger yerden havaya füzeleri çok etkili oldu. SSCB kendisi de çökerken Afganistan’dan 1989 sonunda çekildi. ABD’nin İslamcıları zafer kazanırken ordusu İran’da başarısız kalmıştı. Böylece kiralık çeteler yaratma modeli ileride İŞİD gibi bir İslamcı yarı-devlet yapısına dönüşürken, işin sonunda New York’u yani ikiz kulelerin 11/9 2001’de çökertilmesine kadar varacaktır; artık İslam’ı hafife almaması gerekirken, sınıfta kalmıştı, uzatmayalım.

ÖZAL’IN IRAK POLİTİKASI
Vekâlet savaşlarını (proxy wars) icat eden ABD olmasa da en çok kullanan olacaktır. İran yenilgisi unutulmamıştı; bol silah verip Irak’ı İran üzerine sürdü. Irak nüfusunun yarısı İran gibi Şii olup, savaş kararını Sünni Saddam vermişti: çok büyük kayıplarla, iki tarafın da rejim ve sınırları değişmeden 1988’de ateşkes ilan edildi. Saddam niçin savaştığını anlamamıştı bile ama bir mükafat da bekliyordu. Sınırındaki Kuveyt, Osmanlı zamanında Irak’ın bir parçasıydı İngilizler petrol olduğunu anlayınca Abdülhamid-i sani’den burayı istemişler, o da bu bir işe yaramaz çöl parçasını İngiltere’ye vermişti.[1] Saddam’ın ABD elçisine konuyu açmasına karşı bir reaksiyon gelmemiş, Araplar arası sorunlara karışmak istemediklerini belirtip Bağdat’tan ayrılmıştı; 2 Ağustos 1990’da Saddam Kuveyt’i işgale başladı, Washington’dan ciddi bir uyarı bile gelmeyince buna yeşil ışık yaktığını sanmıştı. Başkan Bush’un planı başkaydı.

KÖRFEZ SAVAŞI VE ÇEKİÇ GÜÇ MESELESİ
Ancak, ABD bu işgali kabul etmedi ve BM’den de karar çıkartıp, 17-18 Ocak gecesi Bağdat’ı bombaladı. ABD’nin ittifak anlayışı: “sen benim için her istediğimi yapacaksın, ama ben sana borçlu olmam ve gerektiğinde seni döverim.” ABD’nin bu bölgedeki tek ve gerçek müttefiki İsrail devletidir. NATO müttefikleri için de ayrım vardır; bu sisteme şimdiye kadar dışarıdan hiç bir müdahale olmadığı için 5. Maddenin geçerliliği fazla bilinmiyor, fakat Yunanistan bize saldırsa veya benzer bir kışkırtma yapsa ABD’nin tarafı bellidir, geçelim. Ama o her zaman, her konuda Türkiye’den bir şeyler isteme hakkına sahiptir; tabii Irak için de talepleri hazırdı: 1) Türkiye’nin üslerini ABD Hava Kuvvetlerine açması; 2) Türkiye’nin Irak sınırına asker kaydırması; 3)S. Arabistan’da toplanan müttefik kuvvetlerine Türkiye’nin asker göndermesi.[2]
ANAP 12 Ağustos’ta TBMM’yi gizli oturuma davet ederek, “Türkiye’ye tecavüz durumunda buna derhal karşılık verilmesi amacıyla Türk Silahlı Kuvvetlerini kullanma ve savaş hali” izni alındı. Buna göre sınırda hazırlıklar yapıldı; ABD İncirlik üssünü korumak için etrafına çeşitli hava savunma füzeleri yerleştirdi. Ordudaki izin ve terhisler ertelendi. Özal’ın 23 Ağustos’ta yabancı güçlerden talep olursa asker gönderebileceğini ilan etmesi ile TSK’dan ilk itiraz ve ikaz geldi: Gen. Kur. Bşk. Torumtay, 3 Aralık’ta, “inandığım prensiplerle devlet anlayışımla hizmete de devamı mümkün görmediğim için” sözleriyle istifa etti; yerine Org. Doğan Güreş geçti. Bu sadece basit bir protesto değildi, çünkü, yurt dışı harekata karşı çıkan sadece Necip Torumtay değildi: Dışişleri Bakanı Ali Bozer, 11 Ekim; MSB Sefa Giray, 18 Ekim’de istifa ettiler. Bu olayı Birinci Dünya Savaşına girişimize benzetenler oldu: İncirlik’ten kalkan ABD uçakları Alman Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) zırhlılarının işlevini mi üstlenecekti? Buna rağmen bizim İkinci Orduya bağlı 8 tümen civarındaki 180.00 kadar asker Irak sınırına kaydırıldı ve Saddam burada asker tutmaya mecbur kaldı.

Savaşa Hayır, mitingleri düzenleyen SHP lideri E. İnönü, Meclis’in asker gönderme iznini Anayasa Mahkemesine taşıdığı gibi, 23 Aralık 1990’da Bağdat’a giderek Başkan Saddam’la görüştü. Bunu Ecevit’in 27 Mayıs 1991’deki ziyareti izleyecek, Özal ikisini de “Saddamcılık yapmak”la suçlayacaktır. Bunlar iç politika ayrıntıları…[3]
Aslı sorun Kürt meselesinin uluslararası boyutlara taşınmasına ve belki bugün karşılaştığımız gibi, ABD’nin “İsrail devleti” türü kendine bağlı bir “Kürt devleti” yaratıp, Ortadoğu’yu ve tabii, Türkiye’yi maniple etme projesinin ilk aşaması olmasıdır. Bu konuya Özal’dan daha sıcak bakan ve uygulamaya sokabilecek başka bir lider 21. Yy’da çıkabilecekse de, Meclis ve kamuoyu bu tür projeleri benimsemeyecektir. Çünkü bazı teorilere göre, “ABD kendisine bağlı zayıf bir Kürt devletiyle bölge ülkeleri üzerindeki denetimini artırmak ve İsrail’i rahat-latmak istemektedir. Bu konudaki senaryoların geçmişi 1960’a dek gidiyor. ABD ilki 27 Mayıs müdahalesinden sonra, ikincisi 1965’te iki girişimde bulunarak, Iran, Irak ve Türkiye Kürtlerini içerecek ve federal bir Türkiye’de yer alacak bir Kürt federe devleti önerisi getirmişti…ABD’nin bu yöndeki en son girişimi 1991 Körfez savaşı sırasında yaşandı. Bunu daha önceki girişimlerden ayıran özellikleri: 1) Bundan önceki girişimler belli bunalım dönemlerindeki denemeler ve yoklamalar iken 1991’den itibaren uzun süreli, ısrarlı ve kapsamlı bir girişime dönüştü; 2) eskiden Türkiye’de silahlı bir Kürt hareketi bulunmazken bu sefer PKK’nın faaliyetleri en yoğun dönemdeydi; 3)…bu gelişimin yolunu Çekiç Güç bizzat açmıştı; 4) ABD’nin projesi CB Özal düzeyinde destek bulmuştu.” [4]
“Özal bu dönemde, Saddam’ın devrileceğini, Orta Doğu’da haritanın yeniden çizileceğini, Türkiye aktif davranırsa bundan pay alabileceğini söylüyordu…Özal’ın…Türkiye’de federasyon konusunun tartışılması gerektiğini söylemesi…İran ve Suriye’nin Irak’a girmesi durumunda Türk Ordusunun Irak’a gireceğini belirtmesi, bu konuyu Bush ile görüştüğünü ve destek aldığını açıklaması dikkat çekiciydi.”[5]
Bu süreç, 2003’de, ABD’nin Irak’ı işgali, ülkeyi üçe bölmesiyle çok daha vahim hale gelecek, Kürt sorunu, ABD’nin tahrik ve teşvikiyle tüm Güney sınırlarımızda, özellikle son yıllarda Cumhuriyet’i tehdit eden en tehlikeli siyasi-askeri gelişme olacaktır; bu tehlike Trump’ın, 20 Ocak 2025 yeniden gelmesinden sonra çok kritik bir aşamaya girmiştir. (Bu satırları Başkan Trump’ın yemin törenini izlerken yazıyorum.) Çünkü, Hazretin ne yapacağı belli değildir.

Bu dönemde Bush, Türkiye’ye, Ocak 1991, 82 milyon dolarlık acil yardıma 282 milyon daha eklese ve tekstil ihracatımız için 350 milyon dolarlık kota açsa da, 14 Mart 2000’de, Hazine Müsteşarlığından yapılan açıklamaya göre, (Milliyet Gazetesi) Türkiye’nin Irak’a uygulanan ambargo yüzünden kaybı 100 milyar dolara ulaşmıştı. ABD’nin istediği zaman uyguladığı bu yaptırımların maliyetini sadece Türkiye değil tüm Avrupa, aslında tüm ülkeler kendi çaplarına göre çekeceklerdir. Özellikle Ukrayna Savaşı sırasında bu daha açık görülecektir.
Amerika’ya bağlılığını ve dış politikayı bir ticari denklem olarak gören Özal, kişisel dostum dediği Başkan George Bush ile sık sık görüştüğünü saklamıyor, politikasını da “bir koyup üç almak” diye özetliyordu. Kuveyt’i kurtarma amaçlı Çöl Fırtınası harekatı Türkiye’den hep destek gördü. Kuveyt’in işgalinden sonra BM’nin Irak’a yaptırım kararına uyan ilk ülke olarak Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapattı ve kendi ayağına kurşun sıktı. (Türkiye 33 yıl sonra Ukrayna savaşında bu hataya düşmeyecek, fakat tüm Avrupa ABD yaptırımlarına uyarak derin bir resesyona girecektir.) İncirlik’ten kalkan uçakların 300’ü geçtiği biliniyor.
Ancak 6 Şubat 1991’de açıklanan bilançoda Türkiye’nin 4,5 milyar dolarlık zarara uğradığı açıklandı; aynı gün İMKB (İstanbul Borsası) çakıldı, benzine % 63; tekel ürünlerine % 40 zam yapıldığı gibi, KDV[6] oranları ve diğer dolaylı vergiler de arttırıldı. Türkçesi: “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” diye bilinir.[7]
TEK-YOL NEO-LİBERALİZM
Bu iktisadi krize rağmen, Özal 24 Ocak 1980’deki programının nihai şekle sokmak için ne yapmak gerekirse yapmaya kararlıydı. Kendisi Çankaya’da otursa da, aynı ideolojide olduğu, yoldaş terimi biraz sol kokuyor, ama bu ilişkiye uyuyor, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner eliyle neo-liberalizmin sınırlarını zorladı. Türkiye Nisan 1990, IMF’e müracaat ederek konvertibilite (Türk lirasının diğer paralarla serbestçe, para piyasalarında değişimini) kabul ettiğini bildirdi. Bu program sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasını öngörüyordu. Ağustos 1989’da yayınlanan 32 sayılı kararnameyle Türkler yurt dışında yatırım yapabilecek, yabancılar Türkiye’de ihraç edilmiş menkul kıymetleri alıp-satabileceklerdi.
Ancak Merkez Bankası bu karara katılmakla beraber zamanlamasını yanlış buluyordu, çünkü Ödemeler dengesi açık veriyor ve faizler çok yüksekti. Buna rağmen 1984-89 arasında gelen uzun vadeli sermaye miktarı 6,2 milyar dolarken, bu karardan sonraki 5 yılda bu değer 13,2 milyar dolara yükseldi. Bu gelişmeye rağmen, Türkiye’de milli gelir, 1945’den bu yana ilk kez % 6 düştü; artık planlar kağıt üstündeydi, Türkiye’deki her iktisadi karara-yatırıma iç ve dış sermaye grupları karar veriyordu; iktisadi özgürlük işte böyle bir şey olmalı…
Ancak en önemli liberalizm kararlarından biri Türkiye’nin kuruluşundan beri, daha kesin bir tarih verilirse, 1930’lardaki Sanayileşme Planlarıyla başlayan devlet eliyle birikmiş üretken sermaye odaklarının, daha teknik adıyla, Etibank, Sümerbank vb gibi KİT’lerin yani Kamu İktisadi Teşebbüslerinin özelleştirilmesi, bir anlamda halk sermayesinin, “en yüksek fiyatı” verene değil de “en yakın” olanlara satılması veya devridir. Bunların bir kısmı, yabancı da olsa, beklenen büyük dövizin gelmesi bir yana, Türk bankalarından borçlanıp bu borcu da hiç ödemeyip, kaçanlardır. Bunu sıradan biri yapsa, dolandırıcılıkla suçlanır, ama neo-liberalizm bu tür işlere süper-girişimcilik kisvesinde icazet vermekte bir sakınca görmez. Böylece ülke özel girişimin önünde engel yaratan, planlı ekonomi dönemi aracı bu zararlı KİT’lerin hemen tamamından 21. Yy’ın ilk çeyreğinde tamamen kurtulmuş! olacaktır.
İLK ÖZEL TV, STAR 1
Özgürlük deyince haberleşme özgürlüğü teknoloji çağının özelliği sayılır. Türkiye’de radyo yayınları tekeline sahip TRT, 1969’da ilk TV yayınına başladı ve on yıl bu tekeli sürdürdü. Ancak, ilerde siyasi parti kurup liberal siyasete bir ucundan katılacak olan zengin iş adamı Cem Uzan, “Yasaları inceledik, özel televizyon kurmanın önünde hiçbir engel yok,” diyerek ilk özel televizyon sayılan Magic Box’ın test sinyallerini 1 Mart 1990’da yayınlamağa başladı. Aynı yıl 6 Mayıs 1990’da yayına başlayan Türkiye’nin ilk özel televizyonu Star 1’in ortakları arasında CB Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’ın da bulunması siyasi tartışmalara malzeme olacak; Türkiye 1. Futbol ligi takımlarıyla anlaşan Star TV, Eutelsat F5 uydusundan tüm maçları canlı olarak yayınlamağa başladığı için çanak anten satışları patlayacaktır. Başta büyük şehirleri elinde tutan SHP belediyeleri büyük çanak antenler koyarak maç izlenmeyi kolaylaştırdı. Tabii, TRT belediyeler davalar açsa da, 13 Nisan 1994’de Özel Radyo ve TV yasasının çıkmasıyla, her türlü TV yayının önü açılacaktır.[8]
SİYASİ CİNAYETLER SERİSİ DEVAM EDİYOR[9]
Bu tür cinayetler kişisel amaçlı olmayıp devletlerin gizli örgütleri ve/veya yabancı ülkelerin desteklediği terör örgütleri tarafından işlendikleri için çok profesyonelce icra edilip, failleri kolay yakalanmaz; hatta hiç bulunmaz. Türkiye’de genelinde cumhuriyetçi, laik, milliyetçi, anti-Amerikan aydınlar hedef alındığına göre bu cinayetleri hangi örgütler işleyebilir? Irak savaşına karşı çıkmak da bazılarına göre bir suçtu…Şimdi sadece Özal, Çankaya’da iken işlenen cinayetlere bir bakalım, acaba yanlış mı düşünüyorum?

Türk Hukuk Kurumu, Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı, Kurucu Meclis Üyesi, SBF’den Prof. DR. Muammer Aksoy 31 Ocak 1990’da Ankara’da evininin önünde; Hürriyet Gazetesi yazar ve yöneticisi Çetin Emeç, İstanbul’da, 7 Mart’ta evinin önünde; eski müftü ve yazar, farklı İslam yorumları olan Turan Dursun, İstanbul’da, 4 Eylül’de çapraz ateşle; MİT’in 1988’de Müsteşar Yrd. Hiram Abbas, 26 Eylül’de, İstanbul’da, kendi arabasında çapraz ateşle; eski senatör ve mv Doç. Dr. Bahriye Üçok, 6 Ekim’de, gönderilen bomba paketiyle evinde öldürüldü. Bunlar ünlüler, trafik polisi Kazım Çakmak, 30 Ocak’ta; Em. Siyasi Şb. Md. Muhsin Bodur, 13 Haziran’da; Em. Baş komiser İbrahim Çağlar, 5 Eylül’de; yine Em. Baş komiser Aydın Barış, 11 Aralık’ta, İstanbul’da öldürüldüler; hepsi de siyasi olaylara karışmış kimselerdi. Birileri her şeyi kaydediyor ve intikam alıyordu.
Sadece polisler değil, emekli generaller de nasiplerini aldılar: E. Korg. Hulusi Sayın 30 Ocak 1991; E. Tümg. Memduh Ünlütürk sol örgütler tarafından infaz edildiler. Kıbrıs harekatında Deniz KK Oramiral Kemal Kayacan da, 29 Temmuz 1992’de evinde infaz edildi. Yine bu yıl 20 Eylül 1992’de, Diyarbakır’da yazar Musa Anter çapraz ateşle ölürken akrabası Orhan Miroğlu ağır yaralandı. Tıpkı Bursa Cumhuriyet Başsavcısı Nural Uçurum’un otomobilde ağır yaralanması, şoförü ve koruma polisinin şehit olması gibi, iki taraflı yaylım ateşti. Bu tür cinayetler ancak profesyoneller tarafından düzenlenebilir.

1993’ün bilançosu daha da ağırdır: Büyük yazar ve sol düşünür Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993, evinin önündeki aracına yerleştirilen bir bomba ile öldürüldü. Herkesin bir suikast olduğunda birleştiği bir uçak kazasında! Jandarma Gen. K. Org. Eşref Bitlis Ankara’da Yenimahalle’nin orta yerine düşerek can verdi. Güvercinlik’ten kalkan B-200 tipi pervaneli uçak Diyarbakır’a gidecekti; kazanın yüzde 60 pilotaj hatası, yüzde 40 buzlanma raporuyla üstü örtüldü. Eski bakanlardan Ekrem Pakdemirli bu uçaklarla uçtuğunu, bu uçaklarda buzlanma diye bir şey olmayacağını, söyledi. Bitlis’in Amerika ve Hükümetin Kürt politikalarına karşı olduğu bilin- mekteydi. Ben bu kaza serisine 5 Şubat 1993’de Gerede yakınında ailesiyle giderken ters yola girdiği söylenen Adnan Kahveci’nin esrarlı ölümünü de eklemek isterim; tuhaf bir kazaydı…
Bu arada Özal 17 Nisan’da kalp krizi geçirip ölünce, yeni bir hükümet kuruldu. İşte bu yeni hükümet zamanında, göz göre göre İslamcı bir kalabalık, 2 Temmuz 1993’de, Sivas’ta Pir Sultan Abdal şenliğine gelen, başta Aziz Nesin, ünlü yazarların kaldığı Madımak Otelini gündüz vakti ateşe verdi. Sebebi 1 Temmuz’da, Aziz Nesin’in İslamiyet aleyhine bir konuşma yaptığı şayiasıydı, aslında Alevi ve laiklik düşmanlığı artık saklanmıyordu. Yanarak ölen 37 kişinin arasında esas hedef Aziz Nesin yoktu. Ağır cezaların verildiği mahkeme salonunda bulunan yakınları, “Ya İslam ya Ölüm”, “Zafer İslam’ın Olacaktır” vb sloganları Türkiye’nin siyasi geleceğini ilan ediyorlardı…
İÇ SİYASET KISA DÖNEMDE KARGAŞAYA DÖNÜŞÜRKEN
Özal 31 Ekim 1989’da, 3. Turda CB olunca 9 Kasım’da yemin ederek göreve başlamış, aynı gün TBMM Başkanı Yıldırım Akbulut’u başbakan atamıştı. Akbulut Hükümeti 15 Kasım’da 278 oyla güven aldığı gibi, 17 Kasım’da ANAP olağanüstü kongresinde 739 oyla ANAP Gen. Başkanı seçildi; her bakımdan Özal’ın sözünden çıkmıyordu. Ancak 14 Haziran 1991’deki toplanan Olağan Kongrede Mesut Yılmaz 623 oyla genel Başkan seçilirken Akbulut 523 oy aldı ve 16 Haziran’da Hükümet istifasını sundu, İşte bu durumda Akbulut, Özal’ı çok sert biçimde eleştirecektir. Yeni hükümeti kuran M. Yılmaz 5 Temmuz’da güvenoyu alarak 20 Ekim 1991 seçimine kadar işbaşında kaldı; çok kısa bir süreydi.
20 Ekim 1991 erken genel seçiminde Demirel’in DYP’si % 27’lik oy oranıyla 178 mv kazandı; ANAP % 24 ile 115 mv; SHP % 21 ile 88 mv kazandı. Refah Partisi 3 partinin oylarını birleştirip % 17 oyla 62 mv çıkardı; İslamcıların büyük başarısıydı. DSP % 11 ile güçlükle barajı geçip 7 mv çıkarabildi. Artık ANAP’ın 8 yıl süren tek başına iktidarı sona eriyor, Demirel geliyordu; Meclis Başkanlığını da Hüsamettin Cindoruk alacaktı. Demirel İnönü ile bir DYP-SHP koalisyonu kurdu; 20 DYP’li, 12 SHP’li bakandan oluşan koalisyon hükümeti 30 Kasım’da 164’e karşı 280 oyla güvenoyu aldı. Şimdi Özal’ın eski patronu olan Demirel rakip olarak onun karşısına geçmişti.

Tabii, iş burada bitmedi: Mesut Yılmaz 30 Kasım 1992, Olağanüstü ANAP Kongresinde, Özal’ın adayı M. Keçeciler’e karşı büyük bir çoğunlukla Genel Başkanlığını korudu. Sağ siyasette bunlar olurken solda CHP 13 yıl sonra yeniden kuruldu ve Genel Başkanlığa Deniz Baykal seçildi. DSP Genel Başkanı Ecevit mesaj gönderdi ama Kurultaya katılmadı. CHP, daha sonra SHP ve DSP’den ayrılan mv ile Meclis’te Grup oluşturacaktır. Baykal’ın, 1973 yılındaki İslamcılarla ittifakı ve sonrasında koalisyonu bozmasında oynadığı kritik rollerin devamı veya daha üst düzeydeki tekrarını, 2002 yılında R.T. Erdoğan’ı Meclise taşıyarak gerçekleştirecektir. Refah Partisi gelişmeye devam ediyordu.
TURGUT ÖZAL’IN ÖLÜMÜ, 1993[10]
Özal dönemi artık bitiyordu; zaten iyi olmayan sağlığı giderek bozuldu: ABD’de, 2 Mayıs 1992 bir prostat ameliyatı geçirdikten sonra, Nisan başında Orta Asya cumhuriyetlerine bir gezi yapan Özal’ın orada pekiyi olmadığı anlaşılıyordu; kalbinden rahatsızdı, 15 Nisan’da yurda döndü ve 17 Nisan 1993’de bir kalp krizi geçirerek kaldırıldığı Hacettepe Hastanesinde öldü. Paranoid teşhisinden korksam da bir gözlemimi anlatmak isterim: Türkiye’nin Çankaya gibi bir semtinde yüzlerce çalışan arasında yaşayan Cumhurbaşkanı kalp krizi geçirince onu hastaneye yetiştirecek bir ambülansın Köşkte olmadığı anlaşıldı. Rastgele bir otomobile konan Özal önce Gazi Hastanesine, sonra yolda karar değiştirilip Hacettepe’ye getirildi.

Ertesi günkü Milliyet Gazetesinde gördüğüm fotoğrafı hiç unutamam; Zaten kısa boylu, şişman bir zat olan Özal iki sivil korumasının arasında, kolları onların omuzlarında ayakları sürünerek Acil servis kapısından giriyor. Kayıtlara bakılırsa, uzun zaman orada bir bankta doktor bekliyor; bir kalp hastası için en önemli şey olan zamanı kaybediyor. Bu muamele sıradan vatandaşa bile reva görülmez, isyan ederler. Böyle bir manzara sizce normal midir? Sonunda Özal, İstanbul’da Menderes’in Anıt mezarı yanına gömülecektir. Yaklaşık 30 yıl içinde Menderes ve arkadaşları Polatkan ile Zorlu’nun birer evliya haline gelmesi de ilgi çekicidir; zamanla Özal da, bazıları indinde bu mertebeye layık görülecektir. Artık evliyalar dünyası doğuyordu…

DEMİREL 9. CUMHURBAŞKANI, TANSU ÇİLLER BAŞBAKAN
Demirel, İnönü’nün desteğini aldığı halde, ancak 16 Mayıs’ta yapılan üçüncü oylamada 244 oy alarak 9. Cumhurbaşkanı seçildi. Şimdi sorun, DYP Genel Başkanı yani Başbakanın kim olacağı idi. Herkesin üzerinde ittifak ettiği kişi TBMM Başkanı H. Cindoruk’tu, ama o daha en baştan aday olmadığını ifade etmişti. İsmet Sezgin ve Köksal Toptan’la beraber, Devlet Bakanlığından istifa eden Tansu Çiller de kongrede Başkan adayı idi. Ancak ilk oylamada yeterli oy çıkmadığı için, Çiller 13 Haziran’da yapılan ikinci turda 933 oy alarak DYP Genel Bşk. seçildi, 14 Haziran’da Demirel Çiller’e hükümet kurma görevi verdi. İnönü koalisyonun devamından yana olunca yine 20 bakan DYP, 12 bakan SHP’den kurulu hükümet 5 Temmuz 1993’de güvenoyu alarak göreve başladı. Çiller birçok bakanı değiştirirken, E. İnönü herkesi yerinde bıraktı; zaten 11 Eylül Kurultayında Gen. Başkanlığı 3 adaya karşı kazanan Murat Karayalçın’a devredecek, “onursal genel başkan” ilan edilecektir.
Bu tarihten sonra, artık partiler, başbakanlar, belediye başkanları, İslamcılar, laikler, Silahlı Kuvvetler, yabancı kuvvetler, örgütler Türkiye bir kaos içine girecek, sonunda yeni kurulmuş bir parti, yepyeni bir lider 21. Yüzyılda Türkiye’nin kaderine hakim olacaktır.
[1] Saddam İran savaşı sonrasında Kuveyt’in petrol fiyatlarını yükselterek kendini zarar uğrattığını ileri sürmüş ve savaşta aldığı 50-60 milyar dolar civarındaki borcun silinmesini istemişti. Kuveyt reddedince burayı 19. İli ilan edip, işgale başladı. Türk Dış Politikası, Cilt II (Ed. Baskın Oran), içinde s 255 Kutu, İ. Uzgel.
[2] Loc. Cit.
[3] Loc. Cit.
[4] “ABD’nin Kürt Devleti Senaryoları, İ. Uzgel”, Türk Dış Politikası, Cilt II (Ed. Baskın Oran), içinde s 259.
[5] İbid., İ. Uzgel, ss 256.
[6] KDV kanunu, Türkiye’de ilk defa 25 Ekim 1984’de kabul edilmiştir, o günden beri de en büyük gelir kaynaklarından biridir.
[7] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 4. Cilt, 1981-2000, YKY, 2003, ss 300-3.
[8] İbid., s 317.
[9] Bu veriler için [9] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 4. Cilt, 1981-2000, YKY, 2003’den yararlandım.
[10] Turgut Özal hakkında pek çok kitap yazılmış, özel hayatı dahil, başarıları, başarısızlıkları mercek altına konulmuştur. Ben bunlardan birini kaydetmek istiyorum: Hasan Cemal, Özal Hikayesi, Bilgi Yayınevi, 1989.