1. Haberler
  2. Analiz
  3. Kısa bir cumhuriyet tarihi… On ikinci bölüm: Cumhuriyet’in niteliği değişmeye başlıyor

Kısa bir cumhuriyet tarihi… On ikinci bölüm: Cumhuriyet’in niteliği değişmeye başlıyor

featured

Ergun Türkcan yazdı…

GİRİŞ: ÇOK KRİTİK BİR GENEL SEÇİM[1]

14 Ekim 1973 Seçimi 12 Mart sürecinin bittiğini simgelediği gibi, CHP’nin yıllar sonra yeniden birinci parti olduğu bir dönemdir. Tekrar 1969 seçiminde olduğu gibi seçime 8 parti katılmıştı ama bunlardan altısı (AP, CHP, CGP, MHP, MP, TBP) yeniden girerken, TİP kapatılmış, YTP ise kapanmıştı; yerlerine MSP ve AP’den kopanların kurduğu DP girmişti. Seçime katılma düşüktü: % 66,8. Oy oranları CHP 33,3 ile185 milletvekili; AP 29,8 ile 149 mv;  MSP 11,8 ile 48 mv; DP 11,9 ile 45 mv; CGP 5,3 ile 13 mv; MHP 3,4 ile 3 mv; TBP 1,1 ile 1 mv çıkardı; 6 da bağımsız aday girdi. Cumhuriyet Senatosunda CHP 25 senatör, AP ise 22 senatör çıkarmıştı. Hiçbir parti mutlak çoğunluğu elde edemediği için ufukta bir koalisyon hükümeti görünüyordu. Bu arada, Necmettin Erbakan 21 Ekim’de MSP Gen. Bşk. oldu.

MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan

Korutürk doğal olarak, 27 Ekim’de Ecevit’e hükümeti kurma görevi verdi, o da MSP’ye koalisyon ortaklığı teklif etti, fakat MSP 6 Kasım’da bunu reddetti, Ecevit 7 Kasım’da görevi iade etti. Daha önce AP, MSP’nin koalisyon teklifini reddetmişti. Bu görev 12 Kasım’da AP yani Demirel’e verildi, 14 Kasım’da, DP Başkanı Bozbeyli de AK’nin teklifini reddetti. Bu kez Erbakan 15 Kasım’da AP’nin teklifini kabul etti ama oyları yetmiyordu. Bunun üzerine Demirel, Ecevit’e üçlü bir koalisyon teklif ettiyse de bu da red oldu ve Demirel görevi iade etti. Korutürk’ün düşüncesi bir CHP-AP milli koalisyonu idi.

Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit

Bu arada mahalli idare seçimleri yapıldı, CHP İstanbul, Ankara ve İzmir dahil bir çok belde belediye başkanlıklarını kazandı. Bu durumda Korutürk yine görevi mevcut Başbakan Naim Talu’ya verdi, fakat o da görevi 10 Ocak 1974’de iade etti; kimse bu işe talip görünmüyordu. İşte bu arada CHP ile MSP arasındaki özel görüşmeler devam ediyordu; 25 Ocak’ta iki parti arasında koalisyon protokolü imzalanarak, 26 Ocak’ta Ecevit Başbakanlığındaki koalisyon hükümeti göreve başladı. Başbakan Yrd. Erbakan dahil 7 bakan MSP’li idi: ilk kez Adalet ve İçişleri bakanlıkları dinci bir partiye verilmişti. Yeni Hükümet 7 Şubat’ta Meclis’te 136’ya karşı 235 oyla güvenoyu aldı.

6. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk

BASİT BİR KOALİSYON MU, YOKSA CUMHURİYET PARADİGMASINDA BİR DEĞİŞME Mİ?

Yeni yayınlanmış bir makalemden alıntılar yaparak bu konuya başlamak istiyorum.[2] Çünkü CHP-MSP koalisyonunun kuruluşuna giden süreç çok önemlidir; belki Cumhuriyet’in ilk 50 yıllık paradigmasındaki değişikliği haber verir. Bu Cumhuriyet’in içinde, belki ona karşı bir devrimdi; ben bu yazımda bu süreci yani Cumhuriyet’in 100 yıllık hayatının yarısını bir tür De-İslamizasyon, İslam’ın toplum üzerindeki etkilerinin azaltılması ve hatta kaldırılması süreci olarak; öteki yarısının da, 1974 başından itibaren, daha doğrusu bu koalisyon nedeni ile Re-İslamizasyon, İslam’ın yeniden toplumsal dinamiklere hakim olarak, laikliği geri plana itmesi, tabii Şeriat’a çok yaklaşması, diye tanımlamıştım. Bu koalisyon nasıl kurulabildi?

“Sivil siyasi elitin Kemalist çizgiden sapması, cumhuriyetin kuruluşunun yaklaşık olarak 50. yılının sonuna denk gelmektedir: İsmet İnönü, CHP’nin 1972’de gerçekleşen kurultayında başkanlığı genç Bülent Ecevit’e bırakır; seçimlerde bir ilerleme kaydedilse de iktidar ancak bir koalisyonla mümkündür. Bu siyasi ortak, ılımlı gibi görünse de İslamcı bir parti olduğunu saklamayan Necmettin Erbakan’ın başkan olduğu MSP’dir. Ecevit çok tereddüt etse de iktidar olmak istemektedir. Ecevit’in laikçi[3] katılığını CHP’ye yeni katılmış olan bir SBF doçenti Deniz Baykal yumuşatacaktır: Doktora tezi büyük İslami kitlelerini yok saymanın bir çözüm olamayacağını, onları iktidara katarak laik veya modernist yapabileceklerini varsaymaktadır. Yine başka bir SBF doçenti olan Ahmet Nâki Yücekök de benzer bir tezle CHP’ye katılmıştır. Ecevit üzerindeki etkileri sanıldığından fazladır.”

Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan

“Bu tezler sanki bir tür laik fetva işlevi görecek ve Bülent Ecevit başbakan olarak MSP’yle ortaklık kuracaktır. 1974 Ocak: İslamcıların, bakanlıklar dahil yüksek bürokrasiye adım attıkları bir dönem ve devlet kademelerinin, eğitimin, ordunun, polisin ve o zamana kadar laik geçinen birçok entelin giderek dine yöneldiği süreç başlayacaktır. Bu olgunun resmi açıdan tanımı böyle olabilir, ancak sürecin baş aktörü, 1930’da Serbest Fırka’yı İslamcı olarak kapatmasına rağmen sonunda serbest seçimlerle, 1946 ve 1950’de İslami kitlelerin oyuyla DP’yi iktidara getiren katı laik İsmet İnönü’dür. Çünkü ilk serbest seçimlerle yaklaşık çeyrek yüzyıllık gelişmeleri cumhurbaşkanı olarak başlatan kişi odur.  Ama bu günleri görmeyecektir.

Ancak, CHP-MSP koalisyonu bir Kutsal İttifak değil, pratik bir siyasi manevra olduğunu çok kısa zamanda gösterdi. Bu konuya Kıbrıs olaylarını gördükten sonra daha yakından bakarız.

Kıbrıs’tan önce de bu koalisyon, gündemde olan genel affı Meclis’e getirecek ve daha acil bir sorun olan Petrol Krizine el atmak zorunda kalacaktır.

BÜYÜK PETROL KRİZİ VE TÜRKİYE

Türkiye hükümet kurmakla meşgulken ham petrol fiyatı, 3 Kasım 1973’den 1 Ocak 1974’e kadar 4 misli artmış, bu nedenle Cumhuriyet altının fiyatı % 22 artarak 400 liraya yükselmişti. Henüz Türkiye liberal bir dönemde olmadığı için döviz fiyatları sabit görünse de, dış fiyatlar arttığından yüksek bir enflasyon yanında döviz kıtlığı nedeniyle temel mallarda darboğazlar başlamıştı.  Yeni hükümeti çok zor siyasi-iktisadi sorunlar bekliyordu; Petrol Krizi baştadır:

Yom Kippur Savaşı

Petrol Krizinin veya ham petrol fiyatlarının artışının genel açıklaması İsrail-Mısır arasındaki 6 Ekim 1973, Yom Kippur Savaşında Arapların İsrail ve Batı Dünyasına karşı reaksiyonu gibi açıklansa da, olay bu kadar basit değildi. Bu konudaki bir makalemden alıntı yapıyorum:[4]

“Klasik IMF sisteminde, başlıca uluslararası likidite olan doların, altına bağlı olmaktan doğan bir “üretim” sınırı bulunmaktaydı. Sistem 1971’den sonra tedricen ve fiilen çökmeye başlayıp 1973 Mart’ına gelindiğinde, uluslararası likidite yani döviz yaratmak için teknik bir sınır kalmamış bulunuyordu. Üstelik 1960’ların sonunda ortaya çıkan “ petrodolar”, “ eurodolar” vb. ulusal merkez bankaları sisteminin dışında çeşitli para yaratma imkânları, pratikte, sınırsız bir likidite arzını gündeme getiriyordu. Başka türlü bir fizik kontrol gerekliydi. Artık 1950’ler ve 1960’lardaki dolar kıtlığı değil, tersine, bir dolar bolluğu yaşanıyordu. Böyle olunca uluslararası anahtar para (key currency) olma durumunu, üstelik kendi sistemi dışında dolar yaratıldığı için de dolar arzını kontrol etmeyi de elinden kaçırmak üzere olan ABD, olayın sadece ekonomik sonuçları açısından değil, uluslararası likiditeyi kendi siyasi amaçları için de kullanma imkânını yitirmeye başladığını görerek, bu petrol şokunu “planlamış” olabilir. Paraların serbest bırakılmasıyla, yani “yılan”ın (snake in the basket) icadıyla (Mart 1973), ham petrol fiyatlarının “resmen” sıçradığı 1.1.1974 tarihi arasında sadece 9 aylık bir sürenin bulunması anlamlıdır.

Bu varsayımın temelinde meta-para (commodity-money) yatmaktadır. Altın gibi başka bir “meta”ya bağlı olan doların ham petrol gibi yeni bir “meta”ya bağlanması biçiminde bir süreç düşünmekteyiz. Eğer böyle bir bağlantı varsa, (ki daha sonraki veriler, doların hiçbir zaman anahtar para olmaktan çıkmadığını, dolar arzı ile petrol üretimi arasında yakın paralellik kurulabileceğini göstermiştir) bu durumda sorun, sadece ABD’nin siyasi ve/veya fizik olarak ham petrol üretimini kontrol altına alıp alamayacağı noktasında düğümleniyor. Aslında bu nokta, varsayımın en kolay irdelenebilecek yeridir. Çünkü ABD, üstelik 1974 yılı koşullarında İran dahil, dünyanın en büyük ihracatçısı olan Basra Körfezi bölgesini ve Libya dışında diğer ihracatçıları siyasi alanda kontrol etmektedir.

Petrol üreticileri ve şirketlerinin kıtlıkla paralel fiyat artışlarını istemeleri pek doğaldır. Fakat ABD niçin bunu istemektedir? Yine aynı soruna gelmiş oluyoruz. Bir kez ABD 1947’ye değin petrolde tamamen bağımsızdır. Daha sonra ithalata başlar ve giderek bağımlılığı artar. Ancak Avrupa gibi enerjisinin yüzde 65’i, Japonya gibi yüzde 90’ı dış âlemden gelmemektedir. ABD, bir fiyat artışı karşısında Avrupa ve Japonya’dan çok daha az etkilenecektir. J. Akins’in Suudi Arabistan’a elçi atanmasından üç ay önce, Amerikan hükümetinin Uluslararası İktisat Politikası Konseyi, 1973 yıllık raporunda şu sonuca varıyordu: “ABD yüksek bir petrol fiyatı yapısından genelinde yararlı çıkacaktır. Çünkü Arapların fazla kârlarının önemli bir kısmını Amerikan finans sistemine ve ekonomisine yatırmaları beklenmelidir.”

Henry Kissinger

Petrol gelirlerinin doğrudan ya da dolaylı biçimde ABD ekonomisine akacağı açıktır. Bunun gizli-açık, resmi ve özel mekanizmaları şimdi daha iyi gün ışığına çıkmaktadır. Daha doğrusu yüksek fiyatları garantiye alan ikili davranış biçimi. Henry Kissinger, 25 Eylül 1974’te BM Genel Kurul’unda, “ne bugünkü petrol fiyatlarının ne de gelecekteki artışların, uluslararası iktisadi durum göz önünde tutulduğunda haklı bulunamayacağını” ifade etmeden önce, 18 Şubat 1974’te Zürih’te Dolder Grand Hotel’de Şah ile yaptığı görüşmede, “ABD’nin İran’ın daha yüksek petrol fiyatı istemesini anlayışla karşıladığını”, Akins’in, 5 Mayıs 1976’da Senato Komitesi önünde verdiği yeminli ifadesinden öğreniyoruz. Nitekim gazeteci Jack Anderson’un yakaladığı “çok özel” bir mektupta, Zeki Yamani’nin 3 Eylül 1975’te Maliye Bakanı William Simons’a şunları yazdığını öğreniyoruz: “Bazılarımızın, ABD hükümetinin petrol fiyatlarındaki artışlara karşı hiçbir ciddi itirazı olmadığına inandığını söylemekten memnuniyet duyuyorum. Hatta bazıları, ABD’nin aşikâr dış politika nedenleriyle bir fiyat artışını gerçekten teşvik ettiğine dahi inanmaktadırlar.”

Vietnam Savaşı’nda Napalm bombasından kaçan çocuklar, AP-Nick Ut

Açıkçası, Vietnam savaşıyla büyük ödemeler açığı veren ve doların altın konvertibilitesini 1973’de kaldıran (gold window is closed) ABD, şimdi parasının yeniden değerlenmesine çalışıyordu. Bunun yolu da, dolardan başka ödeme yolu olmayan ham petrol fiyatlarını ve dolayısıyla dolara olan talebi aşırı yükseltmekti; böylece kısa sürede petrol fiyatı 4 misli oldu.

Maliye Bakanı Deniz Baykal

Bu işi çözecek olanların başında Maliye Bakanı gelir; o da koalisyonun kuruluş fetvasını veren, ama hiçbir iktisadi-mali alt yapısı olmayan siyaset bilimci Deniz Baykal’dı; Müsteşarı da, iktisat hocası olsa da hiç Maliye Bakanlığı hatta memuriyet tecrübesi bile olmayan yine Mülkiye’den Doç. Dr. Özhan Uluatam’dı. Ecevit’in tercihi çok yanlış, Baykal’ın tercihi de…

Petrol Krizinde en basit kararı aldılar: Parekende petrol fiyatlarına hiç dokunmayıp, Demirel zamanından beri mevcut 20 sayılı Fiyat İstikrar Fonuna yüklendiler. Bu fon fiyat istikrarını sağlamak için döviz fiyatının altında satılan mallardaki farkı fona aktarırken, yüksek malları da fondan, daha doğrusu bütçeden finanse ediyordu. Normal zamanlarda iyi bir işleyişti, fakat Türkiye’nin petrol faturası tüm ihracatına eşit bir miktara yükselince iş çığrından çıktı: bizim büyük bütçe açıklarımız ve tabii ödemeler dengesi açıklarımız bu dönemde doğacak, Kıbrıs Kriziyle daha da derinleşecektir.[5] Bu dönemin en büyük sorunu döviz (US Dollar) kıtlığıdır; yeri gelince değineceğiz.

GENEL AF SORUNU

Yaklaşık 50 bin mahkum ve tutukluyu affeden, ama soldaki siyasi mahkumları, AP’nin “komünistler affediliyor” yaygarasıyla içeride bırakan genel af 14 Mayıs’ta Meclis’ten çıktı. N. Erbakan, AP’lilere, “Bre renksizler, bugün affedilmelerine karşı çıktığınız, Komünist dediğiniz evlatlarımız, siz iktidara geldiğinizde 10 yaşındaydılar; 10 yıl iktidarda kaldınız, onları siz komünist yaptınız”, demesine rağmen MSP’den 20 mv muhalefetle işbirliği yaparak kanunu geçirdiler. Ancak 2 Temmuz’da, Anayasa Mahkemesi bunu anayasaya aykırı bularak iptal edince, Ceza kanunun 141-142-146 ve 149. Maddelerinden hükümlü 1,164 kişiyle 2030 tutuklu da af kapsamına alındı.[6] Koalisyon bu imtihanı bira yara alarak geçebildi, fakat Kıbrıs meselesinde iki parti de milli dava için elinden geleni yapacaktır.

‘KIBRIS TÜRKTÜR, TÜRK KALACAKTIR'[7]

Tüm Ege adaları ve en son Rodos’un olduğu On İki Adalar da elimizden gittikten sonra, tüm dikkatimizi, İngilizler çekildikten sonra Kıbrıs’a verdik, çünkü diğer adalarda Türk nüfus neredeyse yok miktarındayken, Kıbrıs’ta önemli bir Türk nüfusu yaşıyordu; İngiliz vatandaşı olmalarına rağmen anavatanla ilişkileri hiç kesilmemişti. Üstelik 1571’de Adayı alan Osmanlı buradaki tüm Venediklileri, Adadan çıkarıp yerlerine Rumları ve tabii Anadolu’dan Türkleri getirip yerleştirmişti. Kıbrıs’taki cemaatler sorunu, Ada 1960’da bağımsızlığına kavuşup iki cemaatli bir cumhuriyet olunca sorunlar çıkmağa başladı, çünkü Rumlar Türkleri çıkarıp burayı bir Yunan adası olarak tek başlarına yönetmek istiyorlardı, Türkler biraz geç de olsa uyandı. Ünlü 6/7 Eylül 1955 İstanbul olayları yanlıştı; 1964’de çıkarma yapmak, hazırlıksız olduğumuz için zamansızdı, fakat o günden beri Türkler de hazırlık yapıyordu; 74’e geldik.

Bir askeri cunta ile yönetilen Yunanistan ise başından beri Adaya gözünü dikmişti. Kendisi de Rum olan Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios ise anlaşmalara bağlı kalıp Kıbrıs Adasını bağımsız bir Cumhuriyet olarak götürmek, Türkleri Adaya çekmemek taraftarıydı. Bunun için Yunanistan’ın tahriklerine karşı koyuyordu. Bu nedenle Yunanistan EOKA başı Nikos Sampson’u,  Rum Milli Muhafız Teşkilatı 15 Temmuz’da Adaya çıkarttı; Kıbrıs Elen Cumhuriyeti ilan ettirdi; Makarios da kaçtı.

Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios

Türkiye, ABD ve İngiltere ile birlikte bu yönetimi tanımadığını ilan etti. Ecevit Londra’da, 17 Temmuz’da İngiliz Başbakanı Wilson ve Dışişleri Bakanı Callaghan’la görüştü; ancak karşı taraf konunun BM ve NATO içinde ele alınmasını isteyince, Türkiye’nin tek başına müdahale edebileceğini de bildirdi, bunu ciddiye almadılar; ABD Yunanistan üzerine baskı yapıyordu, bu uzun bir hikaye…Türk Silahlı Kuvvetleri 20 Temmuz 1974 sabahı, hava destekli olarak Adaya çıkartma yaptı, Girne şehri ve Beşparmak Dağlarını ele geçirip Lefkoşa ile bağlantı da kurdu. BM Güvenli Konseyi Adadaki tüm yabancı güçlerin çekilip ateş kes sağlanması için bir karar aldı ve 22 Temmuz’da ateş kes ilan edildi.[8]

Ertesi gün Yunan askeri cunta Hükümeti istifa etti, Karamanlis Başbakan olurken, Kıbrıs’ta Glafkos Klerides yönetime geçti; ABD’nin isteği olmuş komünizm tehlikesi kalkmıştı, şimdi durumu konsolide etmek gerekiyordu. (Yunaniler Türkiye’yi her zaman düşman görseler de, onları kurtaranlar hep Türkler olmuştur.) Cenevre’de Türkiye’yi Dışişleri Bakan Prof. Turan Güneş’in temsil ettiği üçlü konferans 25 Temmuz’da toplandı. (ABD Dışişleri Bakanı meşhur Henry Kissinger idi.) Konferansta tarafların 30 Temmuz’daki hatlarını koruyup, 8 Ağustos’ta tekrar toplanması kararlaştırıldı. “Böylece Kıbrıs Cumhuriyeti’nde fiiliyatta Türk ve Rum olmak üzere iki özerk yönetimin mevcut olduğu belirtiliyor ve garantör devletler, Kıbrıs Türk Yönetiminin özerkliğini uluslararası bir belgeyle tescil ediyorlardı…Birinci Cenevre Konferansı ve sonunda imzalanan Cenevre Protokolu Türk diplomasisi açısından büyük bir başarı olarak kabul edilmektedir. Türkiye, hem Kıbrıs’a yapmış olduğu askeri müdahalenin hukuksal ve meşru olduğunu doğrulatmış hem askerlerini geri çekmesinin koşullarını onaylatmış hem de Kıbrıs’ın anayasal statüsünün geleceği konusunda iki toplumun varlığını ve Kıbrıs Türk toplumunun özerk olduğunu kabul ettirmişti.”[9]

KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş

Ancak, Yunanlar rahat durmadılar; ikinci toplantıya Yunan, İngiliz ve Türk tarafları yanında Kıbrıs Rum kesimini temsilen Klerides, Kıbrıs Türk tarafını temsilen Rauf Denktaş katıldı. İşte bu toplantıya giderken Ecevit, Güneş’e askerlerin Ada’daki sıkışık durumundan endişe ettiklerini, dar bir alana yığılmış kuvvetlerinin bir saldırı karşısında zor durumda olacağını ifade ederek hızlı bir anlaşma gereğini açıkladı. 12 Ağustos’ta Denktaş kendi önerilerini açıkladı: “Kıbrıs’ta coğrafi esasa dayanan federatif bir devlet biçimi benimsenmelidir. Merkezi hükümete verilecek yetkiler saptanırken devletin iki milletten meydana geldiği göz önünde tutulmalıdır. Ada yüzölçümünün yüze 34’ünü kapsayacak Kıbrıs Türk Federe Devletinin sınırları batıdan doğuya, Limni’de Lefke’den başlamak üzere Lefkoşa ve Magosa’nın Türk kesimlerinden geçerek Magosa limanında son bulmalı, bu sınırın Kuzeyi Kıbrıs Türk Federe Devletine ait olmalıdır”.

Ayrıntılara girmiyorum, Yunan tarafı bunu kabul etmeyecekti: “Dışişleri Bakanı Mavros ve Klerides 36 saatlik bir müddet istediler. Güneş bu süreyi kabul etmedi, temsilcilerin tam yetkili olduklarını ve oyalama taktiği izlediklerini belirtti. Ankara’dan ikinci harekatın başlayacağını belirten ve daha önce Ecevit ile Güneş arasında kararlaştırılan (Güneş’in kızına atfen) Ayşe tatile çıktı parolası gelince, 14 Ağustos saat 02.20’de konferans bir sonuç almadan dağıldı…saat 04.19’da Türkiye İkinci harekatı başlattı. 14-16 Ağustos arasında TSK Attila Hattı olarak adlandırdığı hedefe ulaşmış, Magosa-Lefke hattı çizilmişti.[10] Türkiye yeni sınırlar içinde ateşkes ilan ederek harekatı durdurdu.”[11] Bu hattın Kuzeyi adanın yüzde 38’i kadardır.

Ancak, 1974 Kıbrıs Savaşı veya çıkartmasının maliyeti çok büyüktür. ABD, 5 Şubat 1975’te büyük bir silah ambargosu koydu, Batı’yla ilişkilerimiz bozuldu. 13 Şubat 1975’te, Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. Türkiye aynı zamanda 1969 tarihli Türk-Amerikan İşbirliği Anlaşması’nı yürürlükten kaldırdığı gibi 20 Temmuz 1975 tarihinde, yani Kıbrıs Savaşı’nın ilk yıldönümünde, İzmir’de NATO’ya bağlı olmayan milli bir Dördüncü Ordu kurduğunu açıkladı;  İncirlik dışındaki tüm ABD-NATO üstlerine el koydu. Bunun ötesinde Kıbrıs Türk bölgesindeki tüm ABD üslerinin de kapatılacağı açıklandı; sanki ABD’yle savaşıyorduk.

KARASULARI SORUNU GELECEK SAVAŞLARIN SEBEBİDİR

Bundan böyle bu tür ihtilaflar, bu denli olmasa da sonraki 50 yıl içinde yine çıkacaktır. ABD ve Avrupa’yla birçok kez siyasi gerginlikler yaşadık, yine yaşayacağız. Bu siyasi gerginlikler, ABD’nin dışında Türkiye’nin Avrupa Birliği giriş sürecini de etkilediği gibi, en önemlisi, ilk kez bu savaşla Türkiye’nin karasuları sorunlarıyla karşılaşmıştır. Genelde Yunanistan ile Ege ve Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs ve Meis adaları nedeniyle hala devam eden bu sorunların teknik ayrıntılarına girmiyorum, ama bazı önemli dış politika sonuçlarına değinmeliyim. Daha Mavi Vatan kavramı doğmamışken, onun sorunları doğmuştu bile…

Bu sorunların başlangıcı olarak, 1936 yılında Yunanistan karasularının tek taraflı olarak 6 mile çıkarırken, Türkiye, dostluk bozulmasın, diye ses çıkarmamış fakat  Kıbrıs sorunu ciddi hale gelince, 15 Mayıs 1964’de 476 sayılı kanunla karasularının ilke olarak 6 mile çıkardı. Bu kanunda karasuları daha geniş olan ülkelere karşılıklılık ilkesinin geçerli olduğu da yazılıydı. Buna karşın Yunanistan karasularını 12 mile çıkarma hakkı olduğunu her zaman ifade ediyor, Türkiye ise 27 Şubat 1974’de verdiği bir notada, “Ege gibi kapalı ya da yarı kapalı özellikler taşıyan denizlerde, geniş kapsamlı kurallar uygulanamaz;…komşu bir devletin denize çıkışını engelleyemez ve engellememek zorundadır…Çünkü, Yunanistan’ın yaklaşık 3.000 adasından 2.383 tanesi Ege’dedir ve bu koşullarda Ege’ni yüzde 35’i Yunan, yüzde 8,8’i Tük karasuları olup 56,2’si açık denizdir. Eğer 12 mile çıkılırsa, Yunan karasuları Ege’nin yüzde 63,9’u, Türk karasuları ise sadece yüzde 10 olacak ve açık denizler 26,1 e düşecektir. İşte, böyle bir şey olursa Türkiye bunu bir savaş sebebi (casus belli) sayacağını defaten ifade etmiştir.

Daha büyük ve güncel sorun kıta sahanlığı[12] ve münhasır ekonomi alan[13] gibi yeni kavram ve uygulamaları nedeniyle ortaya çıkacaktır; Türkiye’nin aşina olmadığı konulardı. Çünkü teknoloji ilerlemiş, denizlerden petrol ve doğal gaz çıkarılmaya başlandığı gibi, çok değerli madenlerin de deniz tabanında işletilmesi imkanları doğmuştu. Çok eski bir faaliyet olan deniz balıkçılığını, daha doğrusu balık alanlarını korumak zaten mevcut doğal bir haktı. Bu kavramlar, adalarını kaybetmiş, kendi denizlerine sıkıştırılmış, çok uzun kıyılarına rağmen bir kara devleti muamelesi gören veya kendini böyle hisseden Türkiye’nin artık uyanmasının zamanı geldiğini gösteriyordu. Ecevit ve bu konuda kurduğu küçük ekip[14] uyanmak için bir dizi Avrupa seyahatlerine başlayacak, Norveç’ten Longva diye bir araştırma gemisi kiralayıp Soros körfezinde boy gösterse de, bu işleri bilen Yunanlılar, Norveç’e baskı yapıp gemiyi Mersin’e geri gönderdiler. Bu ilk girişim başarısız olsa da ilk adım atılmıştı; geleceğiz.

BATININ TÜRKİYE’YE KARŞI TAVRI ÇOK ÖĞRETİCİ OLDU

ABD ve tabii, İngiltere Türkiye’nin ilk müdahalesine ses çıkartmadıkları gibi, bunu bir şekilde teşvik de ettiler. Sampson’un komünist bir idare kurabileceğini veya buna yol açabileceğini düşünmüşlerdi, ama Türkiye’nin bu fırsattan yararlanıp Adanın yaklaşık yarısına el koyabileceğini veya zaten kendinden sökülmüş bir toprağını yeniden kazanacağını öngörmemişlerdi. Onlar için Yunanistan’ın çıkarları önemliydi. Yunanistan NATO’nun askeri kanadından ayrıldı; onun dönmesi için Türkiye’nin vetosunu kaldırmak gerekliydi. ABD’nin bu maksatla 12 Eylül Darbesini teşvik ettiği bile söylenir. Sanki Türkiye NATO’nun bir üvey çocuğu, sadece kritik konumundan yararlanılan bir ileri üstü; ABD derhal askeri ambargo koyacaktır. ABD Senatosu 20 Eylül’de Türkiye’ye askeri yardımı kesecek, ancak Kissinger 26 Eylül’de karar erteletecek, fakat ambargo tehdidi sürecektir. Sovyetler ise bu harekatı Adayı Yunanistan’a bağlama girişimi olarak algıladığı için Türkiye’nin davranışına karşı çıkmadı. Bu menfi tutumlar, bizi hem askeri,  hem siyasi alanda farklı bir noktaya taşıdı. Kendi donanmasını inşa edip, kendi teleks veya telsizlerini üretemezse bir ülkeye bağımsız denemezdi. Bu konuya ilerde birçok kez değiniriz, şimdi tekrar iç politikaya dönelim.

KIBRIS ZAFERİ KİME AİT?

Kıbrıs’ta bir zafer kazanılınca bunun kimin eseri olduğu, kimin parsayı yiyeceği iki partili bir koalisyonda derhal krize yol açar. Her yerde, dağda taşta, “Karaoğlan” yazıları, resimleri ve posterlerden geçilmiyor, müthiş bir Ecevit popülaritesi yaşanıyordu; her yerde o vardı, artık. Kıbrıs, İslamcılar açısından (MSP) Hristiyanlara karşı, milliyetçiler açısından da (CHP) bağımsızlık için yapılmış milli bir mücadeleydi. Peki asıl zafer kimindi? Koalisyonun bozulmasını da kurulmasını da gerçekleştiren Deniz Baykal’ın Ecevit’e, “bu zaferden sonra bir seçimle tek başımıza iktidara gelip, sırtımızdaki bu yükü (MSP) atalım” görüşünü[15] kabul ettirdiği de anlaşılmaktadır. Ancak Meclis, MSP’nin karşı çıkmasıyla seçim kararı vermedi ve güvenoyu almayan bir ara hükümet kuruldu.”

İslamcılar bu kez kararlıydı, kazandıklarını ne pahasına olursa olsun vermeyecek ve sonuna kadar mücadele edeceklerdi. Oysa laik kesim partisi olan CHP, olayı sadece bir seçim süreci olarak görüyor, İslami bir tehlike sezmiyordu: MSP de Adalet Partisi veya MHP gibi sağcı partilerden biriydi. Ancak, bu laik-İslamcı koalisyon Kıbrıs’a çıkarak, ilk kez savaş yoluyla Türkiye’nin milli sınırlarını genişletip ABD-NATO’yla ve tabii Yunanistan’la savaş durumuna giren ilk hükümet oldu. Buna rağmen, Hatay’ın ilhakından sonra Türkiye’nin ilk kez bir denizaşırı bir toprakta üs kazanması dış politika açısından çok büyük bir riskti, ama siyasi getirisi çok yüksekti ve siyasi paylaşım hemen başladı.[16]

KOALİSYON DAĞILIYOR

İlk salvo Ecevit’ten geldi: 3 Eylül’de, MSP ile aralarında uzlaştırılması ve bağdaştırılması güç ayrılıklar olduğunu söyledi. 4 Eylül’de MSP Meclis Grup Başkan Vekili Hasan Aksay “isten-miyorsak koalisyonda durmayız; zorla güzellik olmaz dedi. Bunun üzerine, seçime gitmeğe kararlı olan Ecevit artık bitmiş olan Keban Barajı ve Santralını açmak için 9 Eylül’de Elazığ’a gitti ve daha sonra İzmir’e Aliağa rafineri ve Petro-Kimya tesislerinin temelini attı. 16 Eylül, Ecevit İskandinav ülkelerine gidecekken MSPli bakanların ilişik kararnameyi imzalamamaları üzerine gidemedi, çünkü Erbakan’a vekalet vermemişti; 18 Eylül’de istifa edecektir.

Ecevit sorunun seçimle çözüleceğini söyledi; seçime gidileceğini sanıyordu. Yine bir hesap hatası yapmıştı: Meclis’te kendi oyları seçim kararı alacak miktarda değildi. Korutürk yine Ecevit, daha sonra Demirel’e görev verdiyse de hiç biri hükümet kuramadı. Her yerde kıtlık başlamıştı, İstanbul’da tüpgaz karaborsaya düştü. Korutürk de görevi 12 Kasım’da Kontenjan Senatörü Sadi Irmak’a verdi; o da güvenoyu alma ihtimali çok zayıf olsa da hükümeti kurdu. Nitekim 29 Kasım’daki oylamada 378 milletvekilinin 358’i ret oyu verecek, Korutürk yeni hükümet kuruluncaya kadar Irmak’ın devam etmesini isteyecektir; ülke hükümetsiz kalamazdı

Irmak Hükümeti de bir teknisyenler hükümeti sayılabilir: Meclis dışından tecrübeli bürokrat ve siyasetçilerden oluşan bu heyet fazla bir sorun çıkarmadan, düşük profille ülkeyi 4 aydan fazla yönetti; bütçeyi hazırlayıp, geçirdi.

Bunun çözüm yolu genel seçime gitmekti, fakat diğer partiler CHP’nin kazanacağını bildikleri için seçime yanaşmıyorlar, yeni bir koalisyon imkanı araştırıyorlardı. Vakit geçince halk bu zaferi de unutur, Ecevit’i de Başbakan yapmazdı; zamana karşı bir yarış. Şimdi sıra Demirel ve şürekasındaydı…

[1] Bu bölümdeki verilerin büyük bir kısmını Cumhuriyet Ansiklopedisi, 3. Cilt, 1961-1980, YKP, 2003’deki 1973-1974 yıllarından alınmıştır.

[2] E. Türkcan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin Bir Özeti: De-İslamizasyon versus Re-İslamizasyon (Kısa Bir Kronoloji Denemesi), İktisat ve Toplum, s 161, Mart 2024.

[3] Laikçi kelimesi de İslamcı gibi yanlış bir terim, bir neolojidir. Ama Türkçeye girmiş olan laiklik kelimesiyle, İslam’ı bir siyaset malzemesi yapıp kullananlar kast ediliyor.

[4] E. Türkcan, “Dünya Krizi mi, Petrol Krizi mi?”, Tarihten Teknolojiye, Destek Yayınları, 2013 içinde, ss 255 – 280 arasında.

[5] Bu konuda, değerli sınıf arkadaşım, eski Petrol Ofisi Gen. Md. Mustafa Özyürek’le de istişare ederek yardım aldım, kendisine çok teşekkür ederim.

[6] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 3. Cilt, 1961-1980, YKP, 2003, s 344.

[7] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 3. Cilt, 1961-1980, YKY, 2003, ss 346-8 arası.

[8] Bu arada biz kendi muhribimiz Kocatepe’yi, kendi jetlerimiz yanlış haberleşme kodları nedeniyle göz göre göre batırdı, büyük bir facia idi. Bundan sonra Türkiye askeri  iletişim sistemlerine ağırlık verecek, TESTAŞ, ASELSAN, HAVELSAN vb bugün çok gelişmiş olan mevcut sistemin temellerini atacaktır.

[9] Türk Dış Politikası, I. Cilt, s 746.

[10] Bir bürokrat olarak bu harekatın birçok sorununu Mustafa Özyürek’le birlikte görüp yaşadım. Özellikle İkinci harekat sonrası cephane sıkıntısı büyüktü, yardıma Libya Başkanı Kaddafi koştu.  Onun Ankara’daki Müsteşarı Süleyman Ateyga sınıf arkadaşımızdı. Sanki bizden biri gibi, “Reis’e söyle şu kadar 105’lik, şu kadar 155’lik top mermisi vb” ihtiyaçlarımızı sayıp Libya’ya koltukları sökülmüş yolcu uçaklarını gönderip, İtalya üstünden aldırıyorduk. Kaddafi bir kuruş para istemedi; çok mutluydu. Sadece harekata ait, varsa filmleri istedi. O zaman Enerji Bakanlığı Müsteşarı olan Teoman Köprülüler savaştan sonra, altın saplı iki MKE tabancası ile bu filmleri kendisine ve Başbakanı Alb. Callud’a takdim etmek için Libya’ya uçtu. Yıllar sonra, 2011’de, Arap Baharında bizim de, NATO’cu Batılılar gibi Libya-Kaddafi karşısında düşman pozisyonunda olmamız çok ağır bir vefasızlık örneğidir, utanç vericidir. Onun bu savaştaki katkıları unutulmamalıdır.

[11] Türk Dış Politikası, I. Cilt., Loc. Cit.

[12] “1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi…karasularının ölçüldüğü esas hatlardan itibaren 200 deniz mili mesafeye kadar kıta sahanlığına sahip olacaklardır”. İbid., s 754. Bu temel tanımdır.

[13] Münhasır ekonomik bölge (MEB) (İngilizce: Exclusive economic zone (EEZ)), Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi uyarınca bir devletin deniz kaynaklarının araştırılması ve kullanılmasında su ve rüzgâr enerjisi de dâhil olmak üzere özel haklara sahip olduğu deniz bölgeleridir. Türkiye, 121. madde nedeniyle bu anlaşmayı hiçbir zaman imzalamamıştır. Vikipedi.

[14] Bu ekip, başta Bilsay Kuruç, rahmetli Tuncer Güvenç gibi Enerji Bakanlığında toplanmış hocalardı. En ilginci, Başbakan yanında meslekten bir denizci olan Cumhurbaşkanı Korutürk de ekibe yardım ediyordu.

[15] Baykal’ın bu görüşünü, istifa Meclise gelmeden önce Hocam Prof. Dr. Besim Üstünel’in Çankaya Cinnah Caddesi’ndeki evinde, benim de bulunduğum bir sohbette dile getirdiğini hatırlıyorum ve bu konuda kesin kararlıydı. Belki de bu görüş Ecevit’indi, Baykal da benimsemişti. Belki ikisinin ortak görüşü…

[16] E. Türkcan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin Bir Özeti: De-İslamizasyon versus Re-İslamizasyon (Kısa Bir Kronoloji Denemesi), İktisat ve Toplum, s 161, Mart 2024.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. icimizdeki hainlik ruhundan kurtulmadigimiz sürece bu böyle nato nun hizmetinde kalarak devam eder.
    türkiye Nato nun ( ABD ) hizmetcisidir !!!!!
    Bunun diger ADI, MANDACILIKTIR !!!!! !
    Utanmadan bir de bazilarimiz AB Goygoyculugu yapiyor !!!!

    Cünkü ulusal bilincimiz ve calisma istegimiz yontulmus varsa yoksa atama, emekli olma hayalinin pesine takilmisiz !
    Emekli olan yan gelip yatma sevdasinda !!!!………
    Dayanisma ve üretimi unttuk.
    Herkez bir sekilde köse dönme sevdasinda.
    Dayanisma ruhu ölürse her sey ölür !!!

    Cevapla
  2. sizin gibi bırının tarıhın bazı yonlerını, yanlıs yorumlamasına sasırdıgımı ıfade etmelıyım. kısısel fikirler yazınızın ozune uymamaktadır.

    Cevapla
  3. 2 Şubat 2025, 23:14

    Her seferinde ayrı heyecanlı, ilginç detayları ile. Ama bu bölüm bugünün kodlarını sanki 50 sene öncesinden veriyor.

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!