Ergun Türkcan yazdı…
DEMOKRAT PARTİ İKTİDARA GELİYOR
Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP, 27 yıllık bir iktidar yorgunluğuyla 14 Mayıs 1950, tek dereceli kapalı oy, açık sayım süreciyle oyların %53, 3’nü ve TBMM’de milletvekillerinin % 83,8’ine karşılık 408 sandalyeyi alarak iktidara geldi; CHP ise %40 oyla sadece 69 sandalye kazanabilmişti. CHP kendi kurduğu seçim sisteminin kurbanı olarak aldığı oylara göre çok düşük bir milletvekilliğine sahipti; bu sistem devam edecektir.
CHP sadece seçimi değil bazı önemli isimleri de DP’ye kaptırmıştı: Ali Fuat Cebesoy, Fahri Belen, Refet Bele gibi İstiklal Savaşı kahramanlarının ötesinde, DP’nin aslında tüm kurucu kadrosu CHP içinde yetişmişti; Cumhuriyetin ana ilkelerine fazla dokunmadan kozmetik taviz ve eskiyi yeren söylemlerle halkta birikmiş olan sıkıntıları oya çevirebilmişlerdi. İsmet İnönü bu kadarını tahmin etmese de, iktidarı bırakacağını tahmin ediyordu ve hazırlıklıydı. Genel seçim sonrası, 3 Eylül’de yapılan belediye seçimlerinde de 600 belediyeden 560’nı DP, 40’nı CHP kazandı; 15 Ekim’de yapılan İl Genel Meclisi seçimlerinde de 55 ili DP kazanmıştı. 22 Mayıs’ta C. Bayar Cumhurbaşkanı, Koraltan Meclis Başkanı seçildi, A. Menderes Başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi, o da aynı gün Bakanlar Kurulunu açıkladı; Bayar yerine de DP’nin Genel Başkanlığına seçildi. C. Bayar demokratik bir tarzda DP Başkanlığını bırakmıştı; kuvvetler ayrılığı kuralı sürdürülüyordu. (Devlet, Hükümet ve İktidar Partisi başkanlıklarının tek bir şahısta toplanması, ancak 21. Yy da gerçekleşecek, 1950’de başlayan demokratik bir yönetim süreci sona erecektir.)

DP dönemi, eski dönemin planlı sanayileşme, Kamu iktisadi kuruluşları yani KİT’lere dayalı devletçilik uygulamalarının aksine, mümkün olduğu kadar liberal bir iktisat politikası, devlet müdahalesinin en aza indirilmesi amacını taşıyan, daha çok sosyal demokrat-sosyalist Avrupa politikalarını değil, çok zengin-gelişmiş ABD ekonomisini örnek alıyordu. Bu siyasi garabetin nedeni, bilinci bir yaklaşımdan ziyade, ABD’nin Marshall yardımlarıyla gelen koşullardı. Bu koşullar da, tesadüfen yeni iktidarın sınıfsal yapısına uygun tarımsal bir gelişmeyi destekler nitelikteydi.
MARSHALL YARDIMI
Bu plan, ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın savaşa giren tüm ülkelerin, Rusya dahil savaştaki ekonomik sıkıntılarını gidermelerine yardım amacıyla Harvard’da, 5 Haziran 1947 verdiği bir söylevde dile getirilmiş, bunu 2 Temmuz’da Sovyetler reddetmişti. Buna karşın, 12 Temmuz’da Paris’te, aralarında Türkiye de bulunan Avrupa’nın 15 ülkesinin acil ihtiyaçlarını belirlemek için ABD’nin de katıldığı bir Avrupa Ekonomik İşbirliği Konferansı, CEEC diye bir örgüt kuruldu; bu başlangıçtı.
Bu plan çerçevesinde Türkiye’ye Avrupa ülkelerine hammadde ihraç etme görevi yükleniyor, ilk 15 aylık dönem için de tarım ve madencilik alanında kullanılacak malzemelerin temini için 58,9 milyon dolarlık yardım öngörülüyordu.[1] Bunu yeterli görmeyen Türkiye, askeri durumu ile iktisadi durumu arasındaki ilişkiyi hatırlatarak daha fazla yardım istedi: Tarım aletlerinin modernizasyonu, ulaşım sistemini, karayolları kastediliyor yenilenmesi-genişletilmesi krom madeni kadar önemliydi. Diğer ülkelerin programları da gözden geçirilerek, Avrupa’nın istediği 22 milyar dolar % 22 oranında kısılarak 17 milyar dolarlık bir Ekonomik İşbirliği Kanunu Kongrede kabul edildi ve Truman tarafından 3 Nisan 1948’de imzalandı. ABD kendi dağıtım sistemini kurarken Avrupa da kendi örgütünü OEEC’yi kurdu; daha sonra daha fazla ülkeyi kapsayan OECD kuruldu; Türkiye de üyeydi.

Türkiye’ye Marshall yardımı 4 Temmuz 1948’de iki ülke arasında imzalanan Ekonomik İşbirliği Anlaşmasıyla başladı. Bunu gerçekleştirecek ve denetleyecek Ekonomik İşbirliği Misyonu ABD Büyükelçiliğinin bir parçası olarak diplomatik dokunulmazlığa sahip olacaktı. Bu kurumun, AID varlığı daha sonra büyük siyasi tartışmalara yol açacaktır. Türkiye’ye 1949-53 arasında toplam 225,1 milyon dolarlık ekonomik, 305,7 milyon dolarlık askeri yardım yapıldı. 1954-62 döneminde ise ekonomik yardım 867,5 milyon, askeri yardım ise 1.550 milyon dolardı. Bu yardım 1958 yılında yok denecek kadar azaldı, 1963’den sonra tekrar başlayacaktır. Yardımların bir kısmı 1954’den sonra nakit değil, Amerikan ziraat fazlasından hibe olarak verildi, bir kısmı da % 2,5-4.0 arasında faizle veriliyordu.[2] Yardım karşılığı gelen araçların yedek parça ve diğer gereklerinin milli bütçeden karşılanmaktadır. Bu ödemeler yardımların bir şekilde geriye ödenmesi sayılabilecek kadar büyüktü.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONUNA KADAR VE SONRASINDA TARIM TEKNOLOJİSİ
Yapılan tahminlere göre, Türkiye’de ekilebilir alanlar ülkenin % 32’si iken, ekilen alanlar % 5’i bile değildi. Bunun sebebi nüfusun, tarım araç ve gereçlerinin, sulamanın azlığıydı. O dönemde, Türkiye’de tarımın yapısını araştıran Sovyet uzmanı Zhukovsky, Türkiye’de vaha tipi ziraat, yani vadilerde ve çukurlarda alçak toprak tabakasıyla örtülü yerlerde yapılan bir ziraat olarak tanımlanan bir ziraat yapıldığını ileri sürmüştü. Traktör ve diğer tarım araçları da belli tarım bölgelerinde görülüyordu. 1927 tarım sayımında, traktör, çayır makinesi, harman makinesi vb. 15.711 tarım makinesi vardı ve bunların çoğu da Ankara ve civarındaydı. (Tekeli ve İlkin, 1977, 36-7). Özetlenirse, Türk tarımı emek-yoğun, bir kuru tarım sektörü idi.
Bir şeyler yapmak gerekiyordu, ama işin temeline girmek çok riskliydi.
Marshall yardımıyla 1940’da 1.000 civarında olan traktör sayısı 1955’de 40.000’e; böylece, ekili alanlar da, 1950’de 14.542.000 iken 1956’da 22.453.000 hektara yükseldi; doğal olarak tarımsal üretim de hızla artmış, Kore savaşı nedeniyle dünya piyasalarında tahıl talebi arttığı için Türkiye ilk kez buğday ihracına başlamıştır.[3] Böylece DP’yi iktidara getiren büyük toprak sahipleri, şimdi dünya konjonktürü ve iktidarda olmanın avantajıyla daha zengin ve siyaseten de daha güçlü olmağa başlamışlardı. Traktörler doğal olarak topraksız çiftçinin değil, büyük toprak sahiplerinin eline geçmişti.
TÜRKİYE’NİN NATO’YA GİRİŞİ
Kuzey Atlantik Paktı Örgütü, North Atlantic Treaty Organization, NATO adından da anlaşılacağı gibi, Atlantik etrafındaki ülkelerin birliğidir; Türkiye ve Yunanistan Doğu Akdeniz’de kalır; coğrafi bir bağ yoktur. Stalin’den canı yanan İsmet Paşa’nın bu örgüte girmek istediği anlaşılır. Bayar’la yaptığı ünlü konuşma: “Paşam niçin NATO’ya girmediniz? Cevap- Aldılar da mı girmedik Celal Bey…”

Birleşmiş Milletler Kore’ye asker gönderme kararı alınca, bu fırsattan istifade, bir BM üyesi olan Türkiye de, 25 Temmuz 1950’de Kore’ye 4.500 asker göndereceğini açıkladı; buraya asker gönderen 15 ülke içinde ABD’den sonra en çok asker gönderen ülkeydi, kısa zamanda 6.000 askere çıktı ve 26-30 Kasım 1950’de cereyan eden Kunuri savaşlarında Türk askerleri, neredeyse 1.500 yıl sonra Çinli askerlerle dövüşüp, nasıl savaşıldığını dünyaya gösterdiler ve 8. Amerikan tugayını yok olmaktan kurtardılar.[4] ABD’nin isteğine rağmen Türkiye’yi diğer üyeler Avrupalı değil diye NATO’ya bir türlü almıyordu. Oysa, 1952 Lizbon Zirvesinde ifade edildiği gibi, Türkiye’nin bir Sovyet saldırısını “sünger gibi emmesi” amaçlanıyordu. Nihayet, NATO Konseyi 21 Eylül 1951’de Yunanistan ve Türkiye’ye üyelik çağrısında bulununca 18 Şubat 1952’de TBMM, Türkiye’nin üyeliğini 405’e 404 kabul etti; CHP Kore savaşı gibi bu oylamada da kabul oyu vermiştir. Arkasından Yunan Kralı İstanbul’a resmi bir ziyaret yaptı. Şimdi Yunanistan’la düşman değil müttefik de olmuştuk. Ancak bu balayı kısa sürecek, 1955 olayları ve sonrasında, tüm düşmanlarına karşı 5. Maddesini[5] hiç kullanmayan NATO, daha doğrusu ABD ile Türkiye, yıllara yayılan NATO içi uzun bir mücadele yaşayacaktır ve hala yaşıyor; sebebi de Yunanistan ve Kıbrıs’tır.
KÖYDEN ŞEHRE DEMOKRASİSİ DOĞUYOR
Cumhuriyet’in ilk dönemindeki modernleşme hareketi mevcut şehirlerde yayılan, bu nüfusu hedef alan bir süreçti; köylere çok girilemiyordu. DP zamanında yeni karayollarıyla birçok köy kendi idare merkezlerine daha kolaylıkla bağlanabilirken, bu yeni kanallar çok büyük bir köylü nüfusunun şehirlere daimi olarak gelip yerleşmesini de kolaylaştırdı. Şehre göçün iki büyük etkeni vardır: Traktör ve diğer modern tarım makineleri, işgücüne ihtiyacı azaltıyordu; büyük toprak sahipleri işçileri toprağa çivilemek durumunda değildi, hatta artık gitmelerini de maliyetleri azaltmak için istiyordu; bu itki emek-sakıngan teknolojilerin bir etkisidir.
Çekim etkisi ise büyük şehirlerde, ithalat ve ihracatın artmasıyla ortaya çıkan zenginlik ve buna sahip olanların yeni mallar, hizmetler, yeni işler, yeni inşaat faaliyetleri talep etmesiyle işgücü talebinin de artmasıdır. Yeni gelenleri iskan edecek bir alt-yapı olmadığı için bunlar kendi başlarının çaresi olarak gecekondu sistemini icat ettiler. Brezilya şehirlerinde favelalar Latin gecekondularıdır, ama bunu icat şerefi Türk köylüsüne ait olmalıdır. Binlerce insan, aileleriyle birlikte, Ankara-İstanbul başta, bu şehirlerin yerleşik mahallelerini işgal etmeyip, kullanılmayan arazilerde, örneğin, Ankara Kalesi etrafındaki Altındağ’ın sarp yamaçlarında derme çatma, topladıkları kullanılmış malzemelerle, sağlık şartları da iyi olmayan bir takım kulübeler-evler inşa ediverdiler. 1945-50 arası şehirlere 214 bin kişi göç etmişken, 1950-55’de yaklaşık 4 kat yani 904 bin kişi göç etti ve bu giderek arttı.[6] İç göç, 1961’de artık en hızlı sanayileşen ülke Almanya’nın talebi üzerine buraya yönelecektir.
Gecekonduların siyasi hayattaki etkileri bir yana, Osmanlı’dan modern-işlevsel şehir yapıları devralmayan, örneğin Başkentte henüz tam anlamıyla uygulanamayan şehir planları yaptıran Cumhuriyet mahalli idareleri, şimdi hayatlarının en zor sorunlarından birinin doğuşuna şahit oluyorlardı. Bu sorun 21. Yy da bile kolay çözülemeyecektir. Bu şehircilik konusunu bir yana bırakırsak, köylüden ziyade köy-ağalarına dayanan siyasi iktidarlar, artık gecekonducuları da hesaba katacaklardır. Onların sorunları köydekinden farklıdır.
DP’yi kuran kadro, aslında Cumhuriyet’i kuran bazı sivil kadro mensuplarıyla önemli toprak ağalarının bir koalisyonudur. Bunların yaşamları şehirli ve laik bir çizgidedir, sonuna kadar da sürdürmüşlerdir. Ancak katı laik ve katı devletçi-devrimci değillerdir; iktisaden de liberal yani piyasacı sayılırlar. Serbest Cumhuriyet Fırkası fiyaskosundan beri de geniş halk tabakalarında oluşan anti-laik ve İslamcı eğilimlerin farkındadırlar; ufak tefek tavizlerin Cumhuriyet’in esas yapısını bozmayacağından da emindirler. İlk işleri ezanın Arapça okunmasına müsaade etmek oldu. Böyle bir başlangıç işareti verilince, çeşitli tarikatlar, Kur’an kursları, gizli medreseler, Atatürk heykellerine saldırılar, Kemalist devrimleri, özellikle laikliği aşağılayan yayın ve söylemler hızla artmaya başladı. Bunun üzerine hafif bir fren yapmak gerektiği düşünüldü: 25 Temmuz 1951’de Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında, hala yürürlükte olan bir kanun kabul edildi. Aslında Atatürk dönemine eleştiri ötesi bir şeyler söylemek isteyenler normalde, Ata’ya değil, İnönü’ye yönelirler, ona hakaret ederlerdi; bu serbestti.
1954 GENEL SEÇİMLERİ
Bu liberal hava içinde, tekrar aynı çoğunluk sistemiyle 2 Mayıs 1954’de genel seçime gidildi ve DP 541 milletvekilliğinden 503’nü kazanarak’ iktidarını pekiştirdi. İktidar sağlamdı, ama mirasyedi gibi plansız programsız bütçe harcamaları, ithalat serbestisi, artık şehirlerin olağan manzaraları arasına giren Amerikalıları taklit etmek ve onlara özenmek için yapılan tüketim harcamaları, savaşta biriktirilmiş olan döviz rezervlerini tükettiği gibi, artık hibe döneminden borç verme dönemine geçmiş ABD yardımlarını da har vurup, harman savurdu. Buna rağmen halk bu gerçeğin pek farkında olmadığı için kitle olarak DP’ye oy vermişti.
Buna rağmen Hükümet, muhtemel bir muhalefet dalgasını önceden dizginlemek için bir dizi baskıcı önlem alacaktır: 21 Haziran’da, 60 yaşını veya 25 hizmet yılını doldurmuş yargıç ve profesörlerin resen emekliye ayrılma yetkisi Hükümete verildi. İlk olarak muhalefet yapan Ankara Hukuk Fakültesi Profesörü Bülent Nuri Esen emekli edildi. Osman Bölükbaşı’nın Millet Partisine oy veren Kırşehir ili ilçe yapıldığı gibi, İnönü’ye oy veren, onun memleketi Malatya da ikiye bölünerek Adıyaman ili çıkarıldı. Büyük gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın 80 yaşında hapse kondu. Köy enstitüleri ilköğretmen okulları adı altında birleştirildi, tarih oldu.
Yine bu yıl içinde, Celal Bayar, 7 kişilik bir heyetle 27 Ocak – 19 Şubat arasında ABD’ye yaptığı resmi bir ziyarette Kongre ve Senato’nun ortak oturumunda bir konuşma yapacaktır. Aynı şekilde, Başbakan Menderes de, Ekim’de Almanya’yı ziyaret edecektir.[7] Bütün bunların arkasındaki sorun kredi arayışıdır; iktisadi durum kötüleşmektedir.

6-7 EYLÜL 1955 OLAYLARI VEYA DEVLET TERÖRÜ
Abdülhamid zamanında Berlin Kongresi’nde, 1878 idaresi İngiltere’ye geçen Kıbrıs adasını Osmanlı 1571’de Venedik’ten almış[8], Rumları adaya sadık kullar olarak yerleştirmişti. Rodos ve Girit adalarını, hiçbir gayret göstermeden almış olan Yunanistan, şimdi modern zamanda kendine ait olmayan, Anadolu gemisinin tahlisiye sandalı sayılan bu büyük toprağa da göz dikmişti; sesini 70 yıl önce, 1953/54’de kurulan Enosis terör örgütüyle duyurmağa başladı. Buna karşılık, Ada Türkleri de, tabii anavatandan da yardım alarak, kendi dernek ve direniş örgütlerini kurdular; artık Kıbrıs milli bir meseleydi; 70 yıldır da çözülemedi.
“Menderes hükûmetinin azınlıklara karşı baştaki liberal politikası, gittikçe zorlaşan ekonomik koşullarla değişir ve ilişkiler gerginleşir.[9]Kıbrıs Türkleri’ne yapılan baskılar, 1955 yılında Türkiye kamuoyunun gündeminde baş köşeye oturmuştur. O dönem Türkiye’de en çok satan gazete olan Hürriyet’in başlığında İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs Rumları’nın ENOSİS çetelerine gönderdiğini yazıyordu.[10] Dışişleri yetkilileri Londra’da Kıbrıs temaslarına devam ederken, Atatürk’ün Selanik’teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber, önce 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 haberlerinde[4] radyoda yayımlandı… Bunun üzerine, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan Mithat Perin’in sahibi, Gökşin Sipahioğlu’nun yazı işleri müdürü olduğu] DP yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi genelde tirajı 20.000 civarında olduğu halde 6 Eylül’de 290.000 basmış ve o dönemde kurulmuş olan Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul’da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlandı”. [9]
Türkiye’nin Kristallnacht’ı,[10] da gibi azınlıklara yönelik bu tahrik, kısa zamanda kontrol edilemez hale geldi. Sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde değil, azınlıkların bulunduğu Mardin, Urfa, Mersin, Tarsus gibi şehirlerde de yağma ve tecavüz başladı. Ayrıntılara girmiyorum, sadece diğer şehirlerden binlerce başıbozuk takımının getirildiği İstanbul’daki hasarı kaydetmekle yetiniyorum: “73 kilise, 8 ayazma, 1 havra, 2 manastır, 4340 dükkan, 110 otel ya da restoran,27 eczane, 21 fabrika, 3 Rum gazetesi, 5 Rum kulübü, 2.600 ev, 52, Rum, 8 Ermeni okulu…ayrıca azınlık mezarları açılmış, kemikler dışarı fırlatılmıştı…az sayıda ölüm ve yaralanmalar olmuştur.”[11]
“6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs’la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59’u Rumlara aitken, kalan yüzde 17’sinin Ermenilere, yüzde 12’sinin Yahudilere ait olması, hatta din değiştirmiş insanlara ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.”
“10 Eylül 1955 günü dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik istifa etti. Başlangıçta soruşturmalar Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve gençlik örgütleri etrafında yoğunlaşan ve o günlerde ilan edilen sıkıyönetim savcıları tarafından yapılan ilk soruşturma ve yargılamalar, daha sonra DP iktidarının bastırması sonucunda komünistler suçlanmıştır.[9] Aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru’nun bulunduğu yaşayan fişlenmiş komünistler ile ölmüş dört komünist hakkında dava açıldı. Dava beraatle sonuçlandı ve tutukluların çoğu Aralık 1955’te serbest bırakıldı… 27 Mayıs darbesinden sonra… Yassıada yargılamalarında olayların DP hükûmetinin başbakanı Adnan Menderes’in provokasyonu sonucu kontrolden çıktığı iddia edildi ve cunta mahkemesi Demokrat Parti yönetimini 6-7 Eylül olayları nedeniyle de cezalandırıldı.”
“Zamanla kalan Rumların da büyük çoğunluğu İstanbul’u terk etmiştir. Nüfus mübadelesi sonucunda 1925 yılında yaklaşık 100.000’e düşen İstanbul’daki Rum nüfus, 2006 yılında 2.500 kişiye kadar düşmüştür. 6-7 Eylül 1955 olayları, Rumların büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden oldu. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuştu. 6-7 Eylül olaylarının olduğu sırada Seferberlik Tetkik Kurulunda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapan Korg. Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda 6-7 Eylül olayları hakkında şu demeci vermiştir.[22] ..“6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı”. (Bu sözleri Sabri Yirmibeşoğlu 21.09.2010 da bir televizyon kanalındaki röportajında yalanlamıştır)”[12]
1957 SEÇİMLERİ
14 Mayıs 1950’de büyük çoğunlukla seçimi kazanan ve 1954’de daha büyük çoğunluk sağlayan iktidar, 1956’da ekonomik güçlüklerin artmakta olduğunu hissetmiş ve normal olarak 1958’de yapılması gereken seçimi 1957 yılına alarak, yapılanları millete onaylatmak yoluna gitmişti; fakat, giderek oylarının azaldığının farkında idi: 27 Ekim 1957’de yapılan seçimde, yine çoğunluk sisteminden yararlanarak, 610 milletvekilliğinden 424’nü alıp, yine iktidarını korumuşsa da, artık sertleşen muhalefete ve tabii İnönü’ye karşı her türlü önlemi alıp, hukuk dışına çıkmağa başladı; yolun sonu görünüyordu.
KRİTİK YILLAR 1958-59
İngiliz yönetimindeki Kıbrıs’ta iki cemaat arasındaki gerginlik hızla artmağa başladığından, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasındaki üçlü görüşmeler de yoğunlaştı. MSB’nin 16 Ocak 1958’deki bildirisiyle 9 subayın isyan kışkırtıcılığı ve fesat çıkarmaktan 26 Aralık 1957’de tutuklandıkları açıklandı. Kur. Bnb. Samet Kuşçu, Kur. Alb. İlhami Barut, Kur. Alb. Naci Aşkun, Yrb. Faruk Güventürk, Bnb. Ata Tan, Yzb. Hasan Sabuncu, Bnb. Ahmet Dalkılıç, Yzb. Kazım Özfırat ve Em. Alb. Cemal Yıldırım çeşitli zamanlarda DP ve siyaset hakkında çeşitli zamanlarda görüş alış verişinde bulunmuşlardı. Samet Kuşçu kötü yönetimin darbeyle durdurulabileceği konusundaki düşüncelerini açıkça ortaya koymasına rağmen karşısındakiler ketum davranınca, bir Hükümet yanlısı subaylar tuzağına düştüğünü sanarak, onlardan önce, kendisi onları ihbar etmeye karar verdi ve bu grubun hepsi tutuklandı.
Uzun tahkikat sonunda sadece tutuklu Samet Kuşçu’nun yargılandığı davanın sonucu 26 Kasım’da, mahkeme Bşk. Tümg. Cemal Tural tarafından açıklandı: “Muhbir ve isyan muharrikliğinden sanık Samet Kuşçu’nun, ihbar ettiği suçları bizzat işlediğine kanaat getirildiğinden iki yıl hapis cezası ve ordudan tart cezasına çarptırılmıştır. Diğer sekiz subay ise isnat edilen suçları işlediklerine dair delil bulunmadığından beraat ettirilmiştir.”[13]
Böylece, “Dokuz Subay Olayı” denen 27 Mayıs’ın ayak sesi sayılabilecek bu davaya bir nokta koyup, başka bir darbeye gelelim.
IRAK’TA KRALLIĞI YOK EDEN DARBE
Menderes’in çok sevdiği, İngilizlerin de petrol dolu Osmanlı topraklarının idaresine layık görüp Bağdat’a yerleştirdiği Irak Kralı II. Faysal 14 Temmuz 1958’de Gen. Abdülkerim Kasım’ın yönettiği kanlı bir darbe ile devrildi. Bu sadece Irak’taki darbe ile sınırlı değildi; Arap ülkelerindeki darbeleri saymak bile çok güçtü. Bu süreçler, Hatay’ın ilhakından sonra bir türlü düzelmeyen Suriye ilişkilerine ek bir de artık dost olmayan Irak da katılmıştı. Menderes’in iki büyük dostu Faysal ile eski bir Osmanlı zabiti ve İngiliz muhibbi Irak Başbakanı Nuri el Said’in linç edilmesi karşısında bu ülkeye ordu göndermek istemesi yeni yönetim tarafından biliniyordu. Irak Bağdat Paktından hemen ayrılmıştı; yerine CENTO kurulacaktır.
Asıl zorda olan ve kendini düşmanlarla kuşatılmış halde bulan devlet de yeni kurulan, 1948 daha on yıllık İsrail idi. Bu kuruluştan sonra Mısır’da Hür Subaylar darbesi yapılmış, Kral Faruk kovularak 1952’de Cumhuriyet ilan edilmişti. Bu Pan-Arap hareketinin içinden çıkıp Cumhurbaşkanı olan Alb. Cemal Abdül Nasır 1956’da, Süveyş Kanalını millileştirmişti. Buna karşın Kanalın sahibi İngiltere, Fransa ve İsrail baskın bir taaruzla bunu geri almağa çalıştılar. Fakat ABD, hepsinin üstündeki baş emperyalist olarak bunların geriye çekilmesini sağladı, çünkü Rusya yani SSCB buraya girebilirdi; nitekim sonra Nasır yardım için davet edecektir. Bunun ötesinde, Mısır ve Suriye’de yapılan plebisitle iki ülkenin Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşmesi kabul edildi. Başkenti Kahire olan bu yeni devlet, Cumhurbaşkanı Nasır idi, Şubat 1958’de ilan edildi.

Irak’ın da milliyetçi bir cumhuriyet haline gelmesi İsrail’in her taraftan Araplarla kuşatılması anlamındaydı. Bu nedenle Ben Gurion, Başbakan, Golda Meir, Genkur. Bşk. Haim Laskov 28 Ağustos’ta Ankara’ya gizlice gelerek Menderes ve Zorlu ile durumu görüştüler ve ortak etkinlik yapma konusunda anlaştılar. O zaman Türkiye, bir NATO üyesi olarak İsrail’i koruma-kollama görevini yüklenmiş sayıyordu; 70 yılda neler değişiyor. Ama değişmeyen tek şey Arap saçı ile Türkçede en güzel ifadesini bulmuş olan durumun sürüp gitmesidir.
Günümüze benzerlik bu kadarla kalsa iyi…Suriye’nin tanımadığı, kendi toprağı sayıyor ve 1950’den beri ilişki kurmadığı, çok milletli demeyelim çok etnisiteli-çok dinli Lübnan’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan gerilim iç savaşa dönüşmüş bulunuyordu. Bu savaşa müdahil olan ABD 5000 deniz piyadesini Lübnan’ çıkarttıktan sonra, 16 Temmuz günü 11 bin askerlik 24. Tümeni İncirlik Üssüne indirmeğe başladı, 19 Temmuz’da nükleer silah taşıyan uçaklar da üste konuşlandı, iç savaş bastırılarak, Başkomutan Gen. Fuat Şahap 31 Temmuz’da Cumhurbaşkanı seçildi.
Dışarıda durum böyle karışıkken içerideki siyasi ve iktisadi durum daha iyi değildi. Menderes DP’nin dışında Vatan Cephesi diye bir militan parti örgütlenmesi yaparak, sesi çok yükselen muhalefeti susturmağa, sadece hukuki yolları zorlamak değil, fiili baskılar, engellemelerle de halkın tepkisini başka kanallara çekmeğe çalıştı. Mart 1954 – Mayıs 1958 arasında 1.161 basın davasında 238 gazeteciye mahkumiyet verilmesi bir göstergedir.[14] Her zaman iktisadi durum kötüleşince başvurulan yöntemdir. Menderes 1959, Ağustos’unda, Almanya İktisat Bakanı L. Erhard’ı Beylerbeyi Sarayında ağırladı; sonuç sıfırdı, çünkü ne proje ne bir plan gösteremediler; Ekim’de de ABD’de Başkan Eisenhower ile görüşmesine rağmen yine hiçbir kredi alamadı; ama dönerken Rusya’ya gideceğini gazetecilere açıklamıştı.
Bu gerginlik, Londra’ya üçlü Kıbrıs görüşmeleri için giden Menderes’in uçağının, Londra’da Gatwick havaalanına inerken sis yüzünden parçalanması ve Menderes’in, büyük bir şans eseri kurtulmasıyla bir süre yumuşadı. Ölen 14 kişinin cenazesi 22 Şubat’ta getirildi; Menderes ise 26 Şubat’ta özel bir uçakla döndüğünde çok büyük bir kalabalık ve tabii, başta İsmet İnönü, muhalefet tarafından da, biraz da “evliya” gibi karşılandı. Gerçekten de kurtulması mucizeydi; acaba üç yıl sonra darağacına giderken, “keşke uçakta ölseydim”, içinden geçirmiş midir?

DARBE YILI 1960
Türkiye’nin sınırlarında her gün darbeler yapılırken (İran’da 1953’de Musaddık darbe yapmış, Şah zor kaçıp kurtulmuş, sonra CIA ve MI6’in yardımıyla geri dönmüştü), Türk ordusundaki genç devrimci subayların bunlardan etkilenmemesi mümkün değildi. Bunu şu tartışmaya bir şekilde katılmak için kaydediyorum: 27 Mayıs Askerî Müdahalesi, 27 Mayıs İhtilali veya 27 Mayıs Devrimi olarak da anılan bu Darbe emir komuta zinciri içinde yapılmamıştır, 37 genç subayın kendi planları ile icra edilmiştir. Her ne kadar daha sonra Cumhurbaşkanı olarak bir emekli Orgenerali, Cemal Gürsel’i başa getirseler ve bazı generalleri Milli Birlik Komitesine soksalar da, bu ordudaki hiyerarşiyi bir şekilde korumak ve halk gözünde belli bir saygınlık kazanmak için yapılmıştı. Bu genç subayların, Rusya veya ABD’den emir alıp Menderes’i devirmeleri söz konusu olamaz. Hiçbir büyük devlet, her planın bir süre sonra ortaya kolayca çıkabileceği, kendi içlerinde her an parçalanma yaşanabilecek deneyimsiz bir grupla yabancı bir ülkenin iç işlerine karışmaz; bu ancak çok üst düzeydeki bir veya birkaç siyasi-askeri kişi ile planlanabilir ve genellikle başarısız olur.
“Darbenin kısa sürede başarıya ulaşması sonrasında, darbeci askerler bir bocalama yaşadılar. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren bu subayların elinde birlikte hazırlanmış oldukları bir planları yoktu. Gn. Madanoğlu, ihtilalden evvel hiçbir resmi görev almamak konusunda ettikleri yemini hatırlattı. Bunun üzerine üç asker ve on dört sivilden oluşan tarafsız yeni bir teknokrat hükûmet kuruldu. Bakanlar Kurulu 30 Mayıs 1960’da Resmî gazetede yayımlandı. Böylece Cemal Gürsel’in Devlet Başkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı olduğu ilan edildi. Darbenin başarıyla sonuçlanması sonrasında ne kadar kurmay subay varsa kendisini komite üyesi ve darbenin planlayıcısı olarak göstererek toplantılar yapmaya başladılar. Toplantılarda sayı bazen 60 kişiye çıkıyordu. Komite üyelerini seçmek için 8 kişilik bir komisyon kuruldu. Komisyon seçeceği komite üyeleri için çeşitli kriterler belirledi…Komisyon uzun bir uğraşı sonucunda komite üye sayısını mevcut adaylar üzerinden 38’e indirilebildi. 13 Haziran’da radyodan ilen edilen 38 kişilik MBK üyeleri16, 5 general, 9 albay, 6 yarbay, 11 binbaşı ve 7 yüzbaşıdan oluşuyordu.”
“Komite darbeci subayları tatmin etmedi. Daha evvel darbe sürecinde önemli sorumluluğu olan fakat komite dışında kalan pek çok subay (Talat Aydemir, Dündar Seyhan, Sadi Koçaş, vb.) bir kırgınlığa ve küskünlüğe sebep oldu. Oysa Gn. Cemal Gürsel de dahil komite üyesi olan generaller, darbeye son anda katılırken, Komite içerisinde de diğer komite üyelerinden daha fazla idari sorumluluklara sahip oldular. Darbenin çekirdek kadrosunun önemli bir kısmı MBK dışında kalmıştı.”
“27 Mayıs sonrası tesis edilecek yeni askerî düzenin hukuki temellerini oluşturan geçici anayasa 12 Haziran’da tamamlandı. 27 madde olarak hazırlanan bu geçici anayasayla darbeciler…darbeyi hukuki bir çerçeve içerisinde meşru bir temele oturttular. Böylece MBK, idari sorumluluklarının yanında Meclisin yasama faaliyetini gerçekleştirecek bir kurum olarak tesis edilmiş oldu. Millî Birlik Komitesi Dönemi (12 Haziran 1960-13 Kasım 1960) MBK ülke sorumluluğunu üstlendiği ilk andan itibaren başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere üniversite, basın ve diğer kurumlar üzerinde reformalar yaparak ülkenin daha modern bir yapıya kavuşturulmasını amaçlıyordu. Askerler reformlara uzmanlık alanlarına yakın ve acil gördükleri için ilk ordudan başladılar. Darbeci yönetim 3 Ağustos’ta orduda 235 general, amiral ve 5000’e kadar albay ve binbaşıyı emekliye sevk ettiler. Bu işlemler Genelkurmay ve kuvvet komutanlarının bilgisi dışında yapıldı. Bununla beraber 520 savcı ve yargıç görevden alınmıştır. MBK, 28 Ekim 1960 tarihli 114 ve 115 sayılı yasayla 147 öğretim üyesini hiçbir gerekçe göstermeden üniversiteden uzaklaştırdı…MBK’ya çok sert tepkiler geldi. MBK üyeleri de hatayı kabul ediyorlardı.”[15]
“Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu kendi aralarında anlaşarak bir gece ansızın, karşı grubu tasfiye etme kararını aldılar. Gürsel, öncelikle İnönü’nün desteğini aldı. Gn. Gürsel, 13 Kasım 1960’da MBK’yı feshettiğini, aynı anda 23 kişilik yeni MBK’nın kurulduğunu ve yeni MBK’da olmayan 14 eski üyenin emekliye sevk edildiğini açıkladı. Emekliye sevk edilen eski MBK üyelerine Dışişleri Bakanlığı Dış Teşkilatında 14 müşavirlik kadrosuna atanarak en az iki yıl yurt dışında kalma zorunluluğu getirildi.”[16] Her ne kadar bazı hocalar yurt dışında görevlendirildiyse ve bazıları tekrar üniversiteye döndüyse de bu olay üniversitelerde derin bir yara açtı, kolay kapanmadı.

Biraz uzun bir alıntı yaparak, bu darbenin ne kadar “yerli ve milli” olduğunu, ortaya çıkan tipik karışıklığı, plansızlığı, aceleciliği yani kaotik durumu göstererek kanıtlamaya çalıştım.
Bu karışıklığa rağmen genç subaylar, adil ve tarafsız olduğu kuşkulu (hangi devrim-darbe mahkemesi siyaseten tarafsız olabilmiştir?) bir mahkemeyle, Yassıada’da eski iktidarın önde gelen şahsiyetlerini yargılamağa başladığı gibi, bir kavram ve girişim olarak kamuoyunda pek bilinmeyen iktisadi-sosyal planları yapmak üzere Devlet Planlama Teşkilatı, DPT kanununu çıkarıp, teşkilatı kurdular. Ayrıca yeni bir anayasa yapmak üzere faaliyete geçtiler. 1960 yılı, iç çekişmelerin yanı sıra bunların da gerçekleştiği bir dönemdir. DPT’nin kuruluşu ve yeni anayasa gelecek bölümlerde ele alınacaktır. Ancak, pek de hukuki bir süreç olarak tarihe geçemeyen ünlü Yassıada Mahkemesine kısaca değinelim.

YASSIADA MAHKEMESİ[17]
Genç subaylar ve onların sürüklediği daha üst rütbeliler, Cumhuriyet’in ilk döneminden ilham aldıkları yani kendilerine göre bir tür İstiklal Mahkemesi kurma fikrinde birleştiler. Askeri bir mahkeme değil sivillerden oluşan bir tür ağır ceza mahkemesi, hakimleri, savcıları ve usulleri de sivil olacaktı. 12 Haziran 1960’de belirlenen Geçici Anayasaya göre, Milli Birlik Komitesi tarafından seçilecek olan bir Yüksek Adalet Divanı’nda, Başkan, 8 asil ve 6 yedek hakimle 5 başsavcı yardımcısı bulunacaktı. Başkanlığa Salim Başol, Başsavcılığa Altay Ömer Egesel getirildi. Duruşma yeri herkesten uzak, ancak tahsisli bir vapurla gidilip-gelinen Yassıada’da, Deniz Harp Okuluna ait Spor Salonunda 14 Ekim günü başladı. Toplam 592 sanık hakkında açılan 19 ayrı davada 228 sanık hakkında idam cezası istendi; toplam 202 oturumda binden fazla tanık dinlendi. Sonuçta 11 idam, 31 ömür boyu hapis ve çeşitli hapis cezaları verildi. Bu idamlardan, 65 yaşını geçmiş başta Celal Bayar, 11 kişinin cezaları ömür boyuna çevrilirken, talihsiz 3 kişinin cezası, her türlü af girişimine rağmen infaz edildi; geleceğiz.
Davaların çoğu, bir büyük siyasi olay içinde komik kaçan, normal bir vatandaş için bile kolay açılmayacak cinsten suçlamalardı: 1) İlk dava Köpek Davası: Tarım bakanı Afgan Kralının Bayar’a hediye ettiği tazıyı Hayvanat Bahçesine satmaktan yargılandı ikisi de mahkum oldu. 2) 6/7 Eylül davası: İstanbul’da yaşayan Rumlara karşı halkı ayaklanmaya azmettirmekten Menderes, Zorlu ve İzmir Valisi mahkum oldu. 3) Bebek Davası: Menderes gayri meşru çocuğunu öldürmeye azmettirmekten yargılandı. 4) Vinileks Şirketi Davası: Maliye Bakanı Polatkan, şirkete usulsüz kredi vermekten yargılandı ve beraat etti. 5) Dolandırıcılık Davası: eski 2 bakan ABD’ye yaptıkları ziyaretten arta kalan dövizi geri vermemişler. 6) Arsa Davası bir bakan eşine ait arsaları fahiş fiyatla hükümete satmış. 7) Ali İpar Davası: Bir armatörün döviz yolsuzluğu kabinenin yarısını mahkum etti. 8) Değirmen Davası: Ticaret Bakanı Yırcalı yolsuz kredi kullanmış. 9) Barbara Davası: Koraltan ve Polatkan Alman hizmetçiye döviz tahsis etmekten mahkum oldular. Gerisini sadece başlık olarak vereceğim. 10) Örtülü Ödenek, 11) Radyo, 12) Topkapı Olayları, 13) Çanakkale Olayı, 14) Kayseri Olayı, 15) Demokrat İzmir gazetesi olayı, 16) Üniversitedeki, 28-29 Nisan’daki olayları, 17) İstimlak Davası, 18) Vatan Cephesi Davası ve nihayet 19) Anayasanın İhlali Davası.
Görüleceği gibi tek ciddi siyasi dava konusu Anayasa ihlali ile 6/7 Eylül’dü. Bir takım olaylar 19. dava içindeki teferruat sayılabilirdi. Bebek-köpek gibi davalar sözde baştaki politikacıları halkın gözünden düşürmek, onların morallerini bozmak için adli çerez gibi kullanılmıştı, ama ters tepti, kamuoyunda mazlum sayılarak haklarında sempati uyandırdı. Bu acemi darbecilerin ne ölçüde siyasetten, siyasi psikoloji deneyiminde uzak olduklarının göstergesidir ve ilerde 27 Mayıs darbesi aleyhine gösterilecek en büyük kanıtlardan birini oluşturacaktır. Dıştan gelen baskılar ve herhalde kendi içlerindeki tartışmalar sonucunda, sadece 3 kişiyi asmakla kaldılar; gerisi kısa sürede yeni iktidar tarafından affa uğrayacaktır. Ancak bu 3 kişi, Menderes, Zorlu ve Polatkan da daha sonraki CHP dışı iktidarlar tarafından azizler mertebesine yükseltilecek, özel mezarlıklara defnedilecektir.

Bu darbenin dalgaları da geçtikten 10 yıl sonra yapılacak emir-komuta içindeki darbelerin başındaki generaller, artık askeri mahkemelere halkın bildiği siyasileri değil, potansiyel genç devrimcileri, ayrılıkçıları ve kendilerine göre tehlikeli yayın yani sol-komünist ve Kürtçü yayın yaptıkları varsayılan basın mensuplarını göndereceklerdir; özel mahkemelere gerek kalmayacaktır. Bu mahkemeler genç devrimciler için Yassıada mahkemesi kadar acımasız, hatta onu bile aratacak kararlar vermiş, yargısız infaz yolları da Türk siyasi hayatını sürekli olarak kirletilip, dünya kamuoyunda ülkeyi küçük düşürmüştür.
[1] Türk Dış Politikası, 2. Cilt, ss 538-40.
[2] İbid, s 553.
[3] Loc. Cit.
[4] Kunuri başta bu savaşlarda Türk Tugayı 23 Temmuz 1953’de imzalanan (ve hala yürürlükte olan) ateşkese kadar 721 şehit verdi. Yaralanan 1475 asker orada tedavi edilirken, 672’si yurda gönderildi; 175 kişi de bir şekilde kayboldu. İbid., s 547.
[5] Bu madde bir saldırıya uğrayan bir üyenin yardımına diğer üyelerin hemen gelmesidir.
[6] Cumhuriyet Ansiklopedisi I. Cilt, s 171.
[7] İbid., 1954 yılı.
[8] Ünlü söylemdir: “Siz İnebahtı’da (Lapanto) bizim sakalımızı traş ettiniz, biz ise Kıbrıs’ı alarak sizin kolunuzu kestik.”
[9] Vikipedi’den
[10] 9/10 Kasım 1938’de başta Berlin, Almanya’da başlayan Yahudi karşıtı gösteriler, Yahudi mülkleri ve bizzat Yahudi Almanlara yönelik harekete, “kırık camlar gecesi” anlamında Kristallnacht denmiştir.
[11] Cumhuriyet Ansiklopedisi, Cilt 2, s. 268.
[12] Vikipedi’den
[13] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 1961-1980, ss 336-7.
[14] İbid., s 339.
[15] Gerçekten 27 Mayısçıların en büyük hatalarından biri bu 147’ler Olayı sayılır; bir tür ayağına kurşun sıkmak. Bir kısmı bu hareketi destekleyen kimselerdi, şaşırdılar: Prof. Dr. Zafer Tarık Tunaya, Doç. Dr. İsmet Giritli, Prof. Dr. Mina Urgan, Prof. Dr. Sabahatttin Eyüboğlu, Prof. Dr. Yavuz Abadan, Prof Dr. Bülent Nuri Esen, Prof. Dr. Yavuz Abadan, Prof. Dr. Aziz Köklü, Doç. Dr. Memduh Yaşa vb mevcut üniversitelerin bilinen en önemli hocalarıydı. Bunun üzerine İst. Ü. Rektörü Sıddık Sami Onar, İTÜ Rektörü Fikret Narter, Ankara Ü. Rektörü Suut Kemal Yetkin ve ODTÜ Rektörü Turhan Fevzioğlu istifa ettiler. Öğrenci dernekleri ağır bildiriler yayınlayarak, “üniversitelerde boş kürsüler karşısında boş amfiler olacaktır” dediler. Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat (Kolektif), Yordam Kitap, 2015, ss 549-50.
[16] Şerif Demir, 27 Mayıs 1960 Darbesinin Gölgesinde Milli Birlik Komitesi ile Silahlı Kuvvetler Birliği Arasındaki Güç ve İktidar Kavgası, Türk Tarih Kurumu, sayı 3, 2022’den.
[17] Bu kesim Cumhuriyet Ansiklopedisi, 1961-1980, ss 14-17.
agızdan dolma bılgıye sahıp genclere gercek bılgılerı verdıgınız ıcın tesekkur ederım.
not_ yanlız samet kuscu olayında ıhbarın bır hukumet yetkılısı degıl bızzat samet kuscunu -aldatıldım –
korkusu ıle ıhbar etmesı . ısın dogrusudur.