Ergun Türkcan yazdı…
SAVAŞ BİTER ‘BOĞAZLAR MESELESİ’ BİTMEZ
Daha savaş bitmeden önce ve Yalta’nın hemen ertesinde, 19 Mart 1945’de, Molotov Türk Büyükelçisi Selim Sarper’i makamına davet ederek, 17 Aralık 1925’de imzalanmış 20 yıllık Dostluk ve Tarafsızlık (Saldırmazlık) Anlaşmasının süresini uzatmayacağını ve anlaşmanın feshini istediğini bildiren bir nota verdi. Türkiye 4 Nisan’da yeni bir pakt önerdi, yanıt yerine Molotov 7 Haziran’da, Sarper’i bakanlığa davet ederek tekliflerini sıraladı: 1) Türkiye’nin Doğu sınırlarında değişiklik yapılması (Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere terki; 2) Boğazlar’da SSCB’ye ortak üs verilmesi; 3 ) Montrö’nün gözden geçirilmesi.[1]
Tabii, bu teklifler görüşülmeden reddedildi; 17 Temmuz’da Potsdam (Berlin banliyösüdür) Konferansı toplandı, Roosevelt 12 Nisan’da ölmüş yerine yardımcısı Harry Truman gelmişti. Churchill genel seçim için memleketine dönmüş[2] ve seçilemediği için gelememiş, Başbakan C. Attlee gelmişti. Hiç birinin dünya meseleleri hakkında bir tecrübesi yoktu. Stalin tek adam gibiydi, hemen her dediğini yaptırabilir pozisyondaydı; ABD daha Hiroşima’ya atom bombası atmamış, henüz “Stettin’den Adriyatik’teki Trieste’ye kadar demir bir perde” de inmemişti. Bu konferansta da, Stalin “Eğer Marmara’da bize tahkim edilmiş bir pozisyon vermeniz mümkün değilse, o zaman Dedeağaç’ta (Yunanistan) bir üs alamaz mıyız?” diye devam etmişti.
Buna karşın İngiltere Şubat 1946’da Üçlü İttifakın hala yürürlükte olduğunu hatırlattı. SSCB buna rağmen 8 ve 22 Ağustos ile 24 Eylül 1946’da birer kere daha bu konudaki tekliflerini Türkiye’ye bildirmişse de, artık Boğazlar gündemden düşmüştü; Batı ile Sovyetler arasında Soğuk Savaşın ilk adımları atılmış, Missouri zırhlısının, ölen ABD Büyükelçimiz Ertegün’ün naaşını getirme bahanesiyle 5 Nisan 1946’da Boğaz’da boy göstermişti;[3] sadece Türkler için nezaket ziyareti değil, Ruslar için geldiği açıktı. Artık dış politika iç politikanın bir parçasıdır.
ÜNLÜ TARTIŞMA: BOĞAZLAR MESELESİ YAPAY BİR SORUN MUYDU?
Bizdeki sol-Marksist çevreler, genelde, Stalin’in Türkiye’den bir şey istemediğini, İnönü’nün Batı tercihini meşrulaştırmak için kurulmuş bir senaryo olduğunda ısrarcıdırlar. Ben yukarıda verdiğim bilgileri İnönü’yü aklamak veya kötülemek amacıyla değil, tarihler böyle yazdığı için kaydettim. Böyle bir Boğazlar epizotu olmasa bile hem İnönü’nün hem de Atatürk’ün, bir şekilde Batı’yı seçeceğine eminim, ama Hangi Batı? (Attila İlhan gibi) Emperyalist olmayan, kendi yönetim şekline karar veren, milli, yüksek gelir grubu, eğitimli ve tabii laik devletler. Benim kanaatim anlamlı olmayabilir, fakat ünlü bir sol yazarın düşüncelerine ne dersiniz:
Aziz Nesin, Yalçın Küçük’ün yeni bir kitabı için bir eleştiri mektubu yazmış, Yalçın da bunu kitabının[4] sonuna koymuş; bazı cümlelerini alalım: Quo Vadimus için eleştiri, 18 Mart 1985.
“Bu silah bizim coğrafyamızın bize sağladığı denge politikasıdır. Ne zaman bu denge politikasını iyi kullanabilmişse Türkiye, bağımsızlığını, özgürlüğünü koruyabilmiştir. Bu dengeyi Abdülhamit kullandı, ama en başarılı olarak Mustafa Kemal kullandı. İsmet Paşa da kullandı ama zorunlu olarak Amerikan emperyalizminin kucağına attı Türkiye’yi. Bunda, senin bildiğinin ve savunduğunun tersine, Sovyetler Birliğinin 1945’deki yanlış politikası etkili olmuştur. Yoksa İsmet Paşa’nın genel Politikası hiçbir zaman anti-sovyet olmamıştır. Senin savunduğunun tersine Stalin Kars ve Ardahan’ı istemiş ve Boğazlar statükosunun değişmesi isteminde bulunmuştur…
Ek: Sovyetlerin istemlerinin kendilerince haklı nedenleri de vardı. İkinci Dünya Savaşında Türkiye, Almanların baskısıyla Boğazlardan gizli olarak –ticari eşya diye- Karadeniz’e Alman silah ve cephanesi taşıyan gemileri geçirmişti. Yani Sovyetler haklı olarak Türkiye’ye güvensizlik duymuşlardı. Ama yine de istek politikaları yanlıştı. Nitekim, yıllarca bu yanlışlarını düzeltmeye çalıştılar, ama Türkiye soluna çok büyük zarar verdiler.”
Aslında Rusya yanlış yapmasaydı da, Türkiye’de anti-sovyetizm ve anti-komünizm Soğuk Savaştan önce de mevcuttu, ancak bu dönemde çok daha gelişti ve örgütlendi. Olayların temeline inilirse bu tür devlet destekli örgütlenmeler Batılaşamamış-laikleşmemiş kır-tarım kesimini ve onun şehir-kasaba uzantıları yani İslami cemaatlerin Cumhuriyet rejimine ve devrimlerine muhalefetlerinin legal çerçevesini oluşturmaktadır. Onun bir kademe altında da kır kesiminin çare bulunmayan fakirliği ve mütegallibe baskısından çeşitli tarikatlara kaçış teşhis edilebilir.
İsmet Paşa 1930’larda sanayi planları yapmakla demiryollarını yaymakla uğraştı ve başarılı oldu; Savaşta Türkiye dış dünyaya fazla muhtaç olmadan kendi yağıyla kavrulabildi. Ama tarım kesimi, köyler Osmanlı’dan alındığı gibiydi, çok az bir gelişme vardı. Atatürk 1930’lar boyunca yaptığı Yurt seyahatlerinde bu sefalete şahit olmuştu. Ama o da İnönü de tarım kesimiyle uğraşmanın ne olduğunu Sovyet planlama deneyimlerinden görebiliyorlardı.
Stalin 1929’da ilk kapsamlı Sovyet planını hayata geçirince, sanayi kesiminde, fabrikalarda, okullarda, devlet hizmetlerinde fazla bir sorunla karşılaşmadı. Ancak, NEP’in[5] güvencesiyle palazlanan kulaklar (kulak, piyasa için üretim yapan kapitalist çiftçi anlamımdır) planlama gereği olarak Sovkoz ve Kolhozlara[6] girmektense, hayvanlarını kesiyor, ürününü kaçırıyor, Rusya açlık tehlikesiyle boğuşuyordu. Özellikle Ukrayna Ruslara daha da fazla direniyordu. Bu iktisadi-siyasi muhalefetin bastırılması çok kanlı oldu, insan ve mahsul kayıpları yüksekti, planlamanın en zor kısmı tarım kesimiydi. Kapitalist ülkeler, özellikle İngiltere 16. Yy’da, VIII. Henry zamanındaki feodal yapıların yıkılıp, serf arazilerinin toplu kapitalist çiftlikler haline getirilmesi (enclosure movements) de kanlı olmuştu, ama uzun bir zamana yayılmıştı.
İnönü bunun farkındaydı; seçimle gelen Meclis’te çoğunluk toprak ağaları, mütegallibeden oluşuyor, asker-memur elit azınlıktaydı. Bir toprak veya tarım reformu kanunu geçirmek çok güç olacağı gibi, bunu uygulamanın maliyeti bir iç savaş bile olabilirdi. Zaten 1930’lar daha yukarıda değindiğimiz gibi, Doğu’da ayaklanmaların biri bitiyor, biri başlıyordu. Böyle bir tarım uygulaması, fakir köylünün lehine bile olsa, ağalar-şeyhler hakimiyetindeki kırda çok daha vahim bir çizgiye gelebilirdi. Tam savaş kapıyı çalarken İnönü bu riski alamazdı.
KÖY ENSTİTÜLERİ DOĞDU VE ÖLDÜ
Devrim yerine üst yapıda bir reform tasarımı ortaya çıktı: Köy Enstitüleri. Bunların ilk denemeleri, 17 Nisan 1940’da demiryollarına yakın 21 enstitünün Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel zamanında kuruluşu, Tonguç’un yayınları ve sonra 1946’da yeni-demokratik! bir İnönü Hükümeti zamanında Reşat Şemsettin Sirer tarafından kapatılmaya başlanması 1954’de tamamen tarih oluşunun ayrıntılarına girmiyorum. Bu enstitülerin başına Genel Müdür olarak geçen büyük eğitimci İsmail hakkı Tonguç’un ünlü kitabı, Eğitim Yolu İle Canlandırılacak Köy’ün başlığı bile modeli açıklıyor: Öğretmen köye gidecek ve her şeyi öğretip, üstünde giyecek elbisesi, evde içecek çorbası bile olmayan köylüyü harekete geçirip, fakir köyleri aydınlatacak-kalkındıracak. Bakınız: Mahmut Makal: Bizim Köy.[7]
Toprağı, karasabanı ve öküzü bile olmayan köylü bunları, üstünde tesadüfen bulunduğu ağanın mülkünde, ona sormadan uygulayacak, mahsulü alıp pazara gidecek, satacak; artan refahı ile daha başka mallar üretecek, kendini yetiştirecek ve çocuklarını daha da iyi yerlere gönderecek ki, bu bir sınıf mücadelesi yapılmadan, ağalar köşkünde, köylüler ininde bir kültür devrimi modeliyle Toprak reformu[8] gerçekleşemezdi; bir çok değerli köy aydını, yazar, sanatçı bu yuvadan doğdu, inkar edilemez; ama köy aynı yerde kaldı, traktör ağaların eline geçince, emek-sakıngan tarım teknolojileri, tıpkı VIII. Henry’nin ve kızı Elizabeth’in serfleri gibi topraklardan sürülüp şehirlere göçe başladılar, gecekonduyu icat ettiler.
TARIM SEKTÖRÜ NEDİR?[9]
Şimdi bu sürecin iç ve dış dinamiklerini görelim. İsmet İnönü, hükümette iken 1936-7’de bazı toprak reformu girişimleri yaptı, başaramadı. İşte 1936’da, İçişleri B. Şükrü Kaya’nın sözleri:
“Biz büyük çiftçi taraftarıyız da. Çiftlikleri işletenler sonuna kadar işletsinler ve müsterih olsunlar. Biz onların en büyük yardımcısı olacağız. Maksadımız işlenmeyen toprakları işleyen kollara vermek(tir) ….Bugün memleketin 5 milyon nüfusu (o zaman köylü nüfusu 13 milyon) başkalarının toprağında çalışmaktadır. Bu suretle toprakla uğraşanlar ancak kara ekmek yiyebilecek durumdadır. Türk köylüsü Türkün efendisidir demek adeta bir süsten ibaret kalıyor” Bu yaklaşımı, devrin resmi sözcüsü mertebesindeki Falih Rıfkı Atay 1937’nin ilk günlerinde amacı formüle etmiştir: “Dava ne kadar büyükse düsturları o kadar basittir: 1. Halkı topraklandırmak; 2. Toprağın verimini artırmak; 3. Su ve orman meselesin halletmek.” Pekiyi, köylü nasıl topraklandırılır?
Mesele asla bir sınıf meselesi değildir, sadece teknik bir sorun, boş toprakları dağıtmak ve verimi artırmaktır. Gelişmiş ekonomilere de sorsanız tarıma böyle yaklaşırlar. Buna rağmen ağalar bu gibi yanlış kanun tekliflerine karşı durmayı vazife sayarlar. Halil Menteşe, 1937:
“Çiftçi çift ile meşgul olan halka derler. Çift sürer, kendi arazisi yoktur, başkasının arazisinde ortak olarak çalışır ve yaşar. Yahut da az arazisi vardır. Zannetmiyorum ki, bunlardan başka kimseleri de ve çiftçi amelesini toprak sahibi yapmak mevzubahis olsun. Böyle olursa, o zaman hayvanını, alat edavatını, evini, tohumunu ve mütedavil (döner) sermayesini de vermek gerekecektir. Buna hiçbir devletin hazinesi tahammül edemez ve dünyanın hiçbir yerinde böyle halledilmiş değildir. Fabrikaya amele lazım olduğu gibi toprağı işlemeye de amale lazımdır. Bilhassa ameleyi toprağa çivilemek ve onu toprakta tutmak çok zor bir meseledir.” (Bu son cümleye Stalin de katılabilirdi.)
Eskişehir mebusu Emin Sazak, yine 1937’de beyanat veriyor: “Büyük çiftçi, küçük çiftçi diye bir ikilik vücuda getirmeye lüzum yoktur. Toprak kanunu yapıyoruz. Lüzumu hasıl olursa çiftçiye toprak vereceğiz vs…Küçük çiftçilerin tam kredisi biter, sonra öküzü ölür, karısı ölür (ikisi de ikame malları!) yahut tohumunu güzün ekmiştir, don vurur. Bu vaziyette koşacağı yer komşularıdır, büyük çiftçilerdir. Onlar küçük çiftçilere ambarını açar, para verir, ne faiz ne bir şey düşünür.” Bu durumda Türkiye devleti büyük çiftçileri destekleyip sayılarını arttırmalıdır! Ben de olsam böyle düşünürdüm.
ÇİFTÇİYİ TOPRAKLANDIRMA KANUNU VE DÖRTLÜ TAKRİR [10] DP KURULUYOR
İnönü böyle düşünmedi, bir kumar daha oynamak istedi: İlk görüşmesi 14 Mayıs 1945’de Meclis’te yapılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanun tasarısı ki, tam 5 yıl sonra, 14 Mayıs 1950 tarihinde buna karşı olanların kurduğu Demokrat Parti 12 yıllık İnönü-CHP iktidarını, aslında Cumhuriyet’in Kemalist kuruluş aşamasını sonlandırıp yeni bir dönem açacaktır.
Tasarı Stalinvari bir gelir dağılımı öngörmemekle birlikte, topraksız çiftçiye önce devlet, vakıflar, özel idareler ve belediyelere ait kullanılmayan topraklar dağıtılacak, büyük toprak sahiplerinin elindeki toprakların geniş olduğu bölgelerde 5000, dar olduğu bölgelerde 2000 hektardan çok olan arazileri de kamulaştırılacaktı. Kıyamet koptu: CHP milletvekilleri (başka bir parti de yoktu) Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Emin Sazak Hükümeti yeni bütçe kanunu nedeniyle şiddetle eleştirdiler. Oylama sırasında Celal Bayar ve Fuat Köprülü de ret oyu verdi. Bunun üzerine güvenoyuna geçildi, bu kez Recep Peker’le Hikmet Bayur da onlara katıldı; hükümette bazı değişiklikler yapıldı. Zaten İnönü, 19 Mayıs’ta Gençliğe Hitap konuşmasında, “memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir,” demişti. Bunun üzerine Bayar, Menderes, Koraltan ve Köprülü Dörtlü Takrir diye bilinen ünlü önergeyi 7 Haziran’da verdiler.
İnönü, “Bunu parti içinde yapmasınlar, çıksınlar karşımıza geçsinler, teşkilatlarını kursunlar ve ayrı bir parti olarak mücadeleye geçsinler,” dedi. Bir gün arayla Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu geçti, daha fazla demokrasi talep eden Dörtlü Takrir reddedildi. Arkasından bunların CHP’den ihracı vb işlemler başladı; Demokrat Parti DP 7 Ocak 1946’da Takrir’i imzalayan malum zevat tarafından kuruldu; yeni bir dönem başlıyordu. Ancak DP sahneye çıkmadan önce Rejim ya da İnönü, yeni partiden emin olmak istedi; diğerlerinden canı çok yanmıştı. İnönü ile Bayar arasındaki konuşmayı damadı Metin Toker’in hatıralarından Ergun Özbudun naklediyor: İnönü yeni partinin programını soruyor:
“Terakkiperverlerde olduğu gibi ‘İtikad-ı diniyeye biz riayetkârız’ diye bir madde var mı? C. Bayar: “Hayır Paşam. Laikliğin dinsizlik olmadığı var” dedi.
“Ziyanı yok. Köy Enstitüleriyle, ilkokul seferberliğiyle uğraşacak mısınız?” “Hayır”
“Dış politikada ayrılık var mı?” “Yok” “O halde tamam…”[11]
Tarihçileri meşgul eden bir başka soru da İnönü’nün bir dış baskı veya zorunluluk olarak mı demokrasiye geçiş işareti verdiği yoksa kendi iradesiyle mi bu kararı verdiği şeklindedir. Yine Özbudun’un B. Lewis’den yaptığı alıntıyı biz de kaydedelim, önemlidir:
“Yabancı şüpheciler ve bazı Türkler, bu değişiklikleri, Batı’yı ve özellikle Amerikalıları memnun etme arzusuna atfetmektedirler…Şüphesiz Batı’yı etkileme ve kazanma arzusu, 1945’de otoriter rejimi gevşetmeye zorlamış olan saikler arasında yer almaktadır…Türkiye yöneticilerinin, salt bir yabancı devleti hoşnut etmek için yönetim şekillerini değiştirmeleri ve iktidarı muhalefete teslim etmeleri muhtemel değildir.”
Feroz Ahmet de benzer görüştedir: “Amerika’nın temel kaygısı demokrasi ya da çok partili siyaset değil, bölgesel ve iç istikrardır”. Ama en önemlisi İnönü’nün kendi görüşüdür; Nihat Erim’e 19 Mayıs 1945 nutku sonrasında söyledikleri, o günün ötesinde 21. Yy da da geçerli:
“Bizim şimdiki sistemimiz baştaki şahsa dayanmaktadır. Bu türlü idareler ekseriya pek parlak başlar, hatta bir süre parlak devam eder. fakat bunun sonu yoktur. Baştaki şahıs sahneden çekildiği zaman nasıl bir akıbetle karşılaşılacağı bilinemez. Tek parti rejimleri normal demokrasi ile idare şekline intikal edemedikleri, hiç değilse bu zaruri intikali tam zamanında yapamadıkları için yıkılmıştır.”[12]
Bu demokratik yaklaşımına rağmen, İnönü, Türkiye’nin birdenbire nispeten tecrübesiz sayılan bir grup tarafından yönetilmemesi için erken seçim kararı alarak 21 Temmuz 1946’da genel seçime gitti. Bu seçim tek dereceli olmasına rağmen, açık oy, gizli sayım usulüyle yapılmış[13], DP’nin istemine rağmen seçimin adli kontrol altında yapılmasına yanaşmamıştı. Zaten baskın şeklindeki bu seçimde 6 aylık parti 465 seçim yerinden ancak 273’üne aday gösterebilmişti. İşte “Türkiye’nin siyasal tarihindeki en şaibeli seçim”inde DP 66 milletvekili kazanabildi. Sol partilere ve solculara ağır baskı devam ediyordu, hatta daha da fazlalaşmıştı.
DTCF OLAYI VE LAİKLİKTEN TAVİZLER
Solcu avı sadece eski komünistleri, Nazım Hikmet gibi şairleri ve romancıları hapsetmekle partileri kapatmakla kalmadı, üniversitelere de sıçradı. Hükümetten destek alan milliyetçi bazı gençler Atatürk’ün kurduğu DTCF’deki solcu hocaların tasfiyesi için Cebeci’de miting yaptı, olaylar çok büyüdü ve sonunda 11 Ocak 1948’de Ankara Üniversitesi Senatosu Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes, Mediha Berkes, Adnan Cemgil, Azra Erhat’ı sol eğilimli oldukları ve öğrencileri bu yolda etkiledikleri gerekçesiyle görevlerinden uzaklaştırdı.
Üst kurul bu kararı kaldırdıysa da, A.Ü. bu karara uymayıp Muzaffer Şerif Başoğlu’nu da görevden aldı; sonunda Hükümet 1948 Bütçe görüşmeleri sırasında, bu kadroları kaldırarak bu kararın hukuki değil, siyasi olduğunu gösterdi.[14] CHP hükümetleri ve daha sonrakiler bu sol-komünizm karşıtlığını, ülkede bir devrim yapılıp işçi sınıfı iktidarı kurulacağını tahmin ettikleri için değil, böyle bir işçi sınıfı ve ciddi bir siyasi kadro hiçbir zaman doğmadı, Rusya korkusundan, bir saldırı zamanında bunların beşinci kol olabileceğinden ve bu ideolojiyi genç kuşaklara yayacaklarından korkuyordu; bu konulara diğer bölümlerde geleceğiz.
Prof. Şemsettin Günay’ın Başbakanlığa gelmesinden 6 ay sonra şu açıklamaları yapıyordu: “İlk mekteplerde din dersi okutturmaya başlayan bir hükümetin başkanıyım. Bu memlekette Müslümanlara namazlarının öğretmek, ölülerini yıkamak için İmam-Hatip kursları açan bir hükümetin başkanıyım. Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için İlahiyat Fakültesini açan bir hükümetin başkanıyım.” Günaltay, ayrıca hac için gerekli dövizin verileceğini, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanunu değiştirip bazı türbeleri de ziyarete açtı.[15] Bunlar gelecekteki İslami bir iktidarın ilk taşlarıdır.
TRUMAN DOKTRİNİ
Ancak ABD sadece Missouri zırhlısını göndermekle kalmadı, bizi İngilizlerden bile çok sevdi!; Truman 12 Mart 1947’de Kongre’de yaptığı konuşmada Yunanistan ve Türkiye’nin Batı dünyası için önemine işaret ederek bu ülkelere yardım yapılmasını önerdi. Çünkü, İngiltere, savaş sonrasında Yunanistan’a yaptığı askeri ve ekonomik yardımı, artık kendi ekonomisinin karşı karşıya bulunduğu kriz nedeniyle 1947 Mart’ından sonra keseceğini ilan etmişti. ABD Dışişleri Bakanlığı da, bu boşluğun ABD tarafından doldurulmasını isteyerek, iki ülkenin Batı savunması için önemlerini vurgulamıştı. İki yüzyıl sonra (Napolyon’un Mısır seferi 1798) İngiltere bu bölgeden çekiliyor, yerine ABD geçiyordu.
Yunanistan’a yardımı onaylarken, Kongrenin bazı üyeleri, o zamanki parayla 245 milyon[16] dolarlık altın ve döviz stoku bulunan, savaşta yıkım görmemiş bir ülkeye yardım etmeye, üstelik Ermeni meselesi tazeyken, karşı çıktılar. Ancak yardımın amacına uygun sarf edileceği ve basın özgürlüğü gibi bazı maddeler ilave edilip, son şekliyle Yunanistan’a 300 milyon Türkiye’ye ise 100 milyon dolarlık yardım, “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım yasası” diye Kongreden geçti ve Truman Doktrini diye bilinen bu projeyi Truman 22 Mayıs’ta onayladı.
Ama bu paranın verilmesindeki amaç iktisadi değil askeriydi; ertesi gün 23 Mayıs 1947’de bir Amerikan askeri heyeti gelip 6 hafta tüm askeri erkânla görüşüp yardımın nasıl kullanılması gerektiğini anlattı: Türkiye asker sayısını azaltıp bu 100 milyonla silahlarını modernleştirmeli ve tabii bunları da ABD’den almalıydı. Henüz Bretton Woods sistemi yani Dünya Bankası ve IMF henüz çalışmağa başlamadığı için, Türkiye 1945 sonunda ABD Ex-Im Bankasından 300 milyon dolar borç istemiş, ancak 50 milyon alabilmişti; Türkiye’nin fazla bilmediği ama katılmak zorunda kaldığı yeni sistem şimdi ortaya çıkıyordu. Bu ekonomik sistemi Marshall yardımları dahil, gelecek bölümde, DP Döneminde ele alacağız. Ancak Dünya hızla değişiyor.
DIŞ DÜNYADAKİ ÖNEMLİ GELİŞMELER
Bu dönemde eski emperyalistlerin deniz-aşırı topraklardaki halklara şekli veya yerine göre gerçek bağımsızlıklarını verdikleri dönemin başlangıcıdır. En önemlisi Ağustos 1947’de, Hint yarımadasının Hindistan-Pakistan veya Hindu-Müslüman diye iki ana devlete bölünmesidir. İngiltere, çok uzun zamandır hazırlanan İsrail Devletinin Filistin’de kuruluşunun 14 Mayıs 1948’de ilanına izin verir. Bu devletleri Türkiye hemen tanıyacaktır. Ama en önemli gelişme Çin Halk Cumhuriyeti’nin, Milliyetçi Çan Kay Şek kuvvetlerini de Formoza (Tayvan) adasına sürüp, bağımsızlığını ilan etmesidir. Ülkenin üçte ikisine hakim olan Japon işgalcileri iki atom bombasından sonra hem Kıt’a Çin’ini hem de 1910’dan beri sömürge yaptıkları Kore yarım adasını 1945’de terk etmişlerdi. Kore’nin kaderi, ilan edilmemiş küçük bir dünya savaşına yol açarken Türkiye de NATO’ya girmek için bilmediği bir coğrafyadaki bu garip savaşa gönüllü olarak bir tugay gönderecek, bu ülkede yaklaşık bin şehidi gömülecektir. NATO Nisan 1949 yılında kurulmuştur. BM Sistemi ise daha önceki yıllarda oluşturulmuş bulunuyordu. Gerisini gelecek bölümde göreceğiz.
AMERİKAN ASKERİ YARDIMLARI VE SONUÇLARI [17]
Bu özel yardım yasası 1948’de Kongre tarafından, genel Dış Yardım Yasasına 6 Ekim 1949 yılında ise Karşılıklı Savunma Yasasına (Mutual Defense Act) aktarılarak yardım yönetimi Ekonomik İşbirliği İdaresine geçti. Bazı kaynaklar Türkiye’ye Truman Doktrini çerçevesinde vaat edilen miktarda kısıntıya gidildiğini, sadece 69 milyon doların aktarıldığını söylüyorlar. Bu yardım dahil, 1947-49 döneminde Türkiye’ye 152,500.000 dolar yardım girmiş, bunun 5 milyon doları karayolu yapımı için ayrılmıştır; geri kalan üç kuvvete harcanmıştır. Karayolları Genel Müdürlüğü 1950 yılında kuruldu. Çünkü ABD olası bir Sovyet saldırısı için Torosların Güneyi ile İskenderun limanı arasında bir ikmal yolu yapımını istemişti. Artık milli savunma stratejimize ABD karar veriyor, orduyu da yeniden eğitip-düzenliyordu.[18]
ABD askeri yardımı 1947 – 1951 arasında 400 milyon dolara ulaştı. Artık Amerikan Askeri-Sınai-Kompleksinin MIC ağına düşmüş bulunuyorduk; tam sanayileşemeyince sonuç budur. Bu sadece Türkiye’nin yakalandığı bir tuzak değildir; tüm Batı Avrupa, mağlup Batı Almanya ile galip İngiltere de, bir şekilde bu ağ içindedir. Daha sonra diğer Asya ve Güney Amerika ülkeleri de kafileye katılacaktır.
Tabii bu yardımların ABD’ye askeri-siyasi bağımlığın da ötesinde, milli bütçeye yükleri de önemli miktarlardadır. Çünkü her şey yardım-bağış değildir. Bir örnek vermek gerekirse, 100 milyon dolarlık, o zamanki kurdan 280 milyon liralık savaş artığı askeri malzemenin bakımı ve yedek parçalarını temin için de bütçeden, yılda 400 milyon lira yani 143 milyon dolar bir ödenek ayrılması gerekiyordu. Türkiye 6 yıllık bir savaşı çok az askeri yardım ve bol miktar yardım vaadi ile kendi gücüne dayanarak geçirmiş iken, şimdi teorik bir Sovyet tehdidi için bütçesinin yarısını harcamak zorundaydı ki, rahat uyusun! Türkiye’nin bu uykudan uyanması biraz geç olacaktır.
Kaynakça
[1] Türk Dış Politikası, I. Cilt, ss 472-3. Bu kesimde 7 Haziran görüşmesinin kısa bir kesiti verilmiştir, s 473.
[2] Stalin, Churchill’in ben seçime gidiyorum, demesine, “ben burada votkamı yudumluyorum, seni bekliyorum” demiş; Churchill de, “ama ben gelemeyebilirim,” deyince, Stalin’in bir türlü aklı almamış, onun espri yaptığını düşünmüştü: savaşı kazanan bir lider ülkesindeki seçimi kaybedecek, Avrupa paylaşımına katılmayacaktı; olacak iş mi? Şu İngilizler çok tuhaf adamlardı…
[3] Missouri gelince Amerikan denizcilerini karşılamak için yapılan işler, Abanoz’daki evlerin badanalanması vb günlerce gazetelerin manşetlerini süsledi, meraklısı bulabilir.
[4] Y. Küçük, Quo Vadimus Nereye Gidiyoruz, Tekin Yayınevi, 1985, ss 371-2.
[5] NEP, Yeni Ekonomi Politikası, Lenin zamanında kabul edilen yarı-liberal bir iktisat rejimidir. Rejimi açlık ve kıtlıktan kurtarmak için ekonomi yabancı sermayeye bile açılmıştır. Stalin bu rejimi kaldırdı, zaten 1929 Buhranı Dünya’da da büyük bir kriz yaratmış, sermaye transferleri, dış ticaret hacmi azalmıştı.
[6] Devlet çiftlikleri (sovkhozy) ve kolektif çiftlikler (kolkhozy) anlamındadır. Bkz. E. H. Carr, Foundations of A Planned Economy, cilt I. 1926-1029, Penguin Books, 1974, ı. Bölüm. Agriculture.
[7] Makal Konya Aksaray’ın Demirci köyünde doğup, İvriz Köy Enstitüsünü bitirdikten sonra, Varlık Dergisindeki notları nedeniyle 1949’da gözaltına alındı. Bu notlar Bizim Köy başlığıyla 1950’de yaynlanacaktır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan sonra yeni köy edebiyatının açılışı böyle başladı.
[8] Toprak reformu girişimleri, sadece bir kanun değil, bir anayasal mesele, bir mülkiyet (Medeni Kanunda) değişikliktir. Bu anlamda teklifler çeşitli başlıklar altında sunulur.
[9] Bu kesimdeki alıntıları, Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2011, ss 474 – 79 arasından yapıyorum.
[10] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 1941-1960, ss 73-4’den.
[11] E. Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üni., 2011, s 120.
[12] Loc. Cit.
[13] Bundan önceki seçimler iki kademelidir: Önce ilk seçmenler ikinci seçmenleri seçer, onlar da milletvekillerini. Bir anlamda bugünkü ABD Başkanlık seçimlerine benzemektedir; 1946’da bu usulden vazgeçilse de gizli sayım bu seçim üzerinde yeteri bir şüphe uyandırmıştı. 1950 seçimi ilk normal-demokratik seçim olacaktır.
[14] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 1941-1960, ss 121-2.
[15] İbid., s 134.
[16] Bu rezervin kaynağı savaşan taraflar için kritik önemdeki krom cevherinin legal veya illegal satışı karşılığında, genel olarak altınla yapılan ödemelerdir.
[17] Türk Dış Politikası, I. Cilt, ss 528-36 arasındaki bilgilerden yararlanılmıştır.
[18] Bu alanda yani Cumhuriyet’in kuruluşunda 1950’lere kadar, özellikle ABD yardımları ve etkileri hakkında 4 makaleyi kaydetmekle yetiniyorum: Serhat Güvenç – Dilek Barlas, Bir Cumhuriyet Kurumu Yaratmak: Atatürk’ün Donanması, 1923 – 1939 ve Serhat Güvenç, ABD Askeri Yardımı ve Türk Ordusunun Dönüşümü: 1942 – 1960, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, (Der: Evren Balta Paker – İsmet Akça, İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, 2010 içinde 8. – 9. Bölümler, ss 223 – 284.