YILMA BAŞAR KORKMAZ / VERYANSIN TV
Trabzon Ülkü Ocakları Eski Başkanı ve Karadeniz Bölge Başkanı Hüseyin Koloğlu, Ankara Kızılay’da Kurtuba Kitap Kafe’de düzenlenecek olan imza gününde okurlarıyla buluştu.
Koloğlu’nun Gaziantep, Samsun ve Trabzon cezaevinde tuttuğu günlüklerden oluşan ‘Bir Ülkücünün Hapishane Günlükleri’ isimli kitabı hakkında Veryansın TV’nin sorularını yanıtladı.
12 Eylül 1980 darbesi öncesi ve sonrasına dair çarpıcı bilgiler veren Koloğlu, Ülkü Ocakları’ndan Adıyaman Menzil’e gidenleri, cezaevlerindeki ülkücüleri ziyaret eden Nakşi şeyhleri ve cezaevlerindeki ülkücülere para veren Vahdet Vakfı’nı anlattı.
Koloğlu MHP ile Menzil ilişkisinin 1978 sendesinde başladığını belirterek, “Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nin bilgisi dahilinde kimi illerde insanlar Menzil’e gönderiliyordu. O dönemki lideri Muhammet Raşit Erol’du. Gidenler de tövbe edip geliyordu, yani bir İslamlaşma süreci vardı.” dedi.
Yılmaz Başar Korkmaz’ın soruları ve Koloğlu’nun yanıtları şöyle:
253 YIL HAPİS VE 3 İDAM CEZAM VARDI
– Kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?
– 1961 yılında Trabzon’da doğdum. Ekonomik olarak orta sınıflı bir ailenin çocuğuyum. Öğrenimime Trabzon’da başladım. 1975 itibarıyla ülkücü hareket içerisinde aktif bir militan olarak yer aldım. Devamında politik olaylar nedeniyle güvenlik kuvvetleri tarafından aranmaya başladım ve kaçak durumuna düştüm. Ülkenin değişik illerinde yaklaşık 1,5 yıl kadar kaçak gezdim ve diğer 2 arkadaşımla birlikte Nisan 1980’de Samsun’da kaldığım evde yakalandım. Samsun cezaevine girdikten 3 ay sonra diğer 7 arkadaşımla birlikte firar ettik. 12 Eylül 1980 askeri darbesi olduktan sonra kaçaklık zorlaştı ve Bursa’ya gittim. Bursa’ya gittikten sonra tekrar yakalandım. 12 gün Bursa Emniyet Müdürlüğü’nde, 21 gün Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nde sorgum yapıldı ve cezaevine konuldum. 12 Eylül askeri darbesinin kanlı işkencelerinin tamamını yaşadım. 19 ayrı davadan yargılanmaya başladım. 12 davadan hapis cezası alırken 7 davadan berat ettim. 12 davadan toplamda 253 yıl hapis cezası aldım. Ayrıca 3 idam cezam vardı fakat idam cezası aldığım olaylar sırasında 17 yaşında olmam nedeniyle cerrahi içtima denilen mantıkla idam cezalarım 20 yıla indirildi. Nihayetinde ülkenin 8 ayrı cezaevinde 11 yıl hapis yattım. Birisinde infazla iyileştirme denilen yöntemle ceza indirimi yaşadım ve 1990 yılının Nisan ayında şartlı tahliye ile dışarı çıktım. 3-4 yıl sonra bir aile kurdum ve bugünlere kadar geldim.
– Kitabınız hangi yıllar arasını kapsıyor?
– Kitabım 1988 yılında Gaziantep cezaevinde tutmaya başladığım günlüklerden meydana geldi. Bu günlük yayınlamak üzere başladığım bir çalışma değildi. Okumalarım sonucu bir ihtiyaç hissederek yazmaya başladım. Daha önce okuduğum günlük ve romanlardan esinlenerek özel günlük tarzında tutmaya başladım. İçe dönük günlük olarak da adlandırılıyor. Cezaevinden çıktığım Nisan 1990’ın son günlerine kadar 3,5 yıl boyunca yazdığım yazıların konuları genellikle siyasal tahliller, cezaevinde ülkücüler olarak bulunduğumuz atmosferdeki yaşadığımız olaylar, duygusal tepkimeler, hatıralar vs. içeriyor. 2-3 ay önce bunu kitaplaştırmak söz konusu oldu ve kitaplaştırdık.
‘BİR SAĞDAN BİR SOLDAN’
– Günlüğün olduğu dönemle ilgili siyasi tahliller yapabilir misiniz?
– 12 Eylül 1980 darbesi olduğunda çoğumuzun bildiği gibi parlamento feshedildi. Cunta idaresi meclisi lağvederek yerine 300 kişilik danışma meclisi oluşturdu. Partiler ve sivil kurumlar kapatılarak önderleri cezaevine alındı. Belirttiğim 300 kişilik danışma meclisi, parlamento gibi çalışmaya başladı ve süreç 6 Kasım 1983’e kadar devam etti. Demokratik seçimler yapıldı, o dönemde Turgut Özal’ın başında olduğu Anavatan Partisi, büyük bir oy çoğunluğuyla iktidara geldi fakat her partinin seçimlere girilmesine izin verilmedi. 1982’de yapılan darbe anayasasıyla birlikte özgürlükler askıya alınmıştı ve seçimlere kadar 600.000 kişi sorgulanarak bu kişilerin bir bölümü işkencelerden geçirildi. Kenan Evren’in deyimiyle ‘bir sağdan bir soldan’ olmak üzere 50 kişi idam edildi. Bu 50 kişiden 10’u ülkücü, 5-6’sı normal mahkum ve kalanı ise devrimcilerden oluşuyordu. 6 Kasım sonrası ANAP’ın iktidara gelmesiyle birlikte görece demokratik gelişmeler gerçekleşti. Askeri darbe dönemi olduğu için oldukça zor günlerdi. Türk milliyetçileri, ülkücüler ve yurtseverler, devrimciler için zor günlerdi. Oldukça kötü şeyler yaşandı o günlerde.
6 Kasım seçimlerinden sonra gerçekten demokratik bir süreç miydi yoksa sivil darbe süreci miydi?
O süreçte faşist cunta, etkisini devam ettiriyordu, zaten darbe anayasası olarak adlandırılan 82 Anayasası yapılmıştı. Demokratik süreç dememin ana nedeni, bildiğimiz anlamda katılımcı demokrasi olarak değildi. Halen askeri vesayet egemendi ve yasakların yoğun olduğu bir dönemdi.
’12 EYLÜL ÖNCESİNDEKİ KUTUPLAŞMA YARATILMAYA ÇALIŞILIYOR’
– Kitabınızdaki 1980-90 süreciyle günümüzü sosyo-politik düzlemde karşılaştırabilir misiniz?
– 1980’e kadar, ülkemizde 1968’den başlayan bir ideolojik süreç söz konusuydu. Bu ideolojik süreç neticesinde gruplar oluştu fakat ben bu grupların oluşmasını provokatif bir süreç olarak görüyorum. 12 Eylül’e kadar her iki aktif siyasal grup olan ülkücüler ve devrimcilerden 5 bin kişi çatışmalarla, suikastlarla veya provokatif eylemlerle öldü. Politize olmuş bu gençlikte, II. Dünya Savaşı sonrası küresel egemenlik bağlamında Amerika nezdinde Batı ve Sovyetler nezdinde Doğu bloğu söz konusuydu. Bu ülkelerin NATO ve Varşova Paktı isimlerinde askeri örgütleri de vardı. II. Dünya Savaşı’nın ardından propagandalar dönemi olarak adlandırılan Soğuk Savaş döneminde Türkiye’ye de operasyon yapıldı. Bugünden geriye dönüp baktığımda, Yeşil Kuşak Projesi, Brzezinski liderliğinde CIA laboratuvarında geliştirildi. Türkiye’de bir antikomünist yapı oluşturuldu. Bu antikomünist yapı içerisinde ülkücüler rol aldı. Sovyetlerin sıcak denizlere inmesini engelleme amaçlı bir projeydi bu ve bu proje de kardeşi kardeşe kırdırdı. Bunu gördük ve yaşadık. Sonrasında 12 Eylül müdahalesiyle beraber ülkemizde, bugünlerde sentezci yaklaşımla çeşitli gruplar oluşturuluyor. Bu gruplar ötekileştirme, ayrıştırma ve düşmanlaştırma anlamında ve belli ölçüde AKP iktidarı eliyle oluyor. Bence 12 Eylül öncesinde yaşanan süreç tekrar yaratılmaya çalışılıyor. Sağ muhafazakar yapıların, kimi zaman dinsel nedenlere bağlı olarak, kimi zaman milliyetçi bir bakışla oluşturulmuş sorunları gündemdedir. Etnik ve mezhepsel sorunlarımız var. Türkiye’de sürekli iktidarda olan sağ muhafazakar yapılar, bu süreci körüklüyorlar ki bunun pratiğini de bugünlerde görebiliyoruz. Oldukça zor bir süreçten geçiyoruz ülkece ve bu yüzden bedel ödenecek ya da ödetilecek. Şu anda 18-20 yaşında olan gençlerimizi bir kargaşa bekliyor, ben öyle görüyorum. Tabi bu sorun empati, karşılıklı hoşgörü ve modernleşme ile çözülebilir.
Kitabınızda pek çok kez yer vermişsiniz, askeri darbelere bakış açınız nasıldı? Askeri darbeler gibi siyasilerin de sivil vesayetinden söz edebilir misiniz? Öyle olduğunu düşünüyorsanız kimler sivil vesayeti Türk milletine tahakküm etmiştir?
Darbe idareleri kötüdür ve özellikle askeri darbelerse silah tahakkümü olma nedeniyle daha da kötüdür. Ülkemiz nereden bakarsak bakalım 3. dünya ülkesi niteliği taşıyor. Şu anda da uygulanan temsili demokrasiden katılımcı demokratik yapıya bir türlü geçemedik. Dolayısıyla bu bakımdan vesayet, sivillerin askerlerle iş birliği şeklinde devam ediyor. Ülkemiz henüz demokratik olgunluğa erişmemiş. Darbeler, önümüzde alternatif olarak duruyor ancak bugün AKP ile birlikte darbelerin önünün kesildiği söylenmesine rağmen belli bir ölçüde kapitalist-emperyalist din sosuyla bulamaç haline getirilmiş milliyetçi-maneviyatçı bir perspektif hakim ülkenin yönetim sisteminde. Bu durum; özgürlüklerin ve barışın sağlanmadığı, iç çatışmanın kapımızda hazır olarak beklediği bir atmosferdir.
FİLİSTİN ASKISINDAN ELEKTRİK İŞKENCESİNE…
– Cezaevlerinde solcularla ülkücülere yapılan muamele benzer miydi? Nasıldı?
– 12 Eylül olduğunda şiddet veya ideolojik gruplara dönük baskı ve işkence hemen hemen eşit şekilde sürüyordu fakat gözüme bir şey çarpmıştı o dönemde. Türkiye’de darbe olmadan önce, 1978 yılında, kısa bir dönem CHP iktidarı söz konusu ki o dönemde Bülent Ecevit’in önderliğinde bir hükümet kurulmuştu. O dönemde bu hükümetin kuruluşu, Adalet Partisi’nden 11 milletvekili devşirerek parlamentodaki çoğunluk sağlanıp tamamlanmıştı. Ekim 1979 yılında bir ara seçim yapılmıştı. Ölen 5 vekil için bölgesel olarak seçim yapıldı ve parlamento aritmetiği değişti. Ekim 1979’dan sonra Demirel liderliğinde Adalet Partisi iktidar oldu. Ekim 1979 ile 12 Eylül arasında geçen 11 ayda Türkiye’de bürokrasi ve güvenlik kadrolarına sağ tandanslı insanlar getirildiler. Bu sağ tandanslı kişiler, temelde antikomünist görüşleri olan bireylerdi. Darbe olduğunda o insanlar görevdeydiler. Genellikle emniyet müdürlüklerinde olmakla birlikte antikomünist yapıda olan kişiler söz konusuydu. 12 Eylül askeri darbesi olduğunda terörist diye göz altılarına sokulan ideolojik kimlikler, sol özellikle, itiraf etmem gerekirse yoğun işkencelere maruz kaldılar. Biz de aynı şekilde işkenceye maruz kaldık. Mesela ben Bursa Emniyeti’nde 12 gün, Trabzon Emniyeti’nde 21 gün sorgulandım. Bu sorguda Filistin askısı dahil vücuda elektrik vermeye kadar hepsini yaşadım. Şöyle bir şey söz konusuydu; değişik illerde, değişik sorgu ekipleri vardı. Örnek vermek gerekirse Samsun’da ülkücülere çok işkence yapıldı ama Trabzon’da yapılmadı. Ülkenin değişik illerinde farklı ideolojik gruplardan bireylere ton anlamında farklı uygulamalar oluyordu. Bir şehirde solcular fazla işkence görürken bir başka şehirde ülkücüler fazla işkence görüyordu ama oransal olarak sol daha çok işkence görmüştür, hatta gözaltında ölümler yaşanmıştır. Ülkücüler de ölümler yaşadılar fakat sayısal kıyas yapmak gerekirse solcular daha fazla işkenceye maruz kaldı. Bunun nedeni Ekim 1979’daki güvenlik bürokrasisinin sağ cenahtan oluşmasıydı. Bu sebeple ülkücülere dönük bir tolerans söz konusuydu.
‘EL-FETİH’E ELEŞTİREL BAKARDIK’
– Günümüzde İsrail-Filistin konusu gündemde, anılarınızda da yer vermişsiniz. Döneminizde İsrail-Filistin meselesine nasıl yaklaşıyordunuz?
– İsrail-Filistin çatışması hemen hemen 1948’den beri devam ediyor. Zaman zaman aktif olarak süren ve bazen durulan bir süreç. O dönemde tabi TV’de izliyorduk. İsrail askerlerinin Filistinli çocuklara uyguladığı şiddet iç acıtıcı bir şeydi. Orada yaşanılan şeyler çok üzücü şeylerdi. Kitapta geçen yazım da o dönemde duygulanarak yazdığım bir yazıydı. Filistin örgütlenmesine bakınca Yaser Arafat önderliğindeki El-Fetih örgütü öne çıkıyordu ve bu örgüt sosyalist bir perspektife sahipti. Bireylerin Müslüman olmasına rağmen yer yer Sovyetler’in de moral-destek verdiği, ABD’nin İsrail’e destek verdiği coğrafyada bir kutuplaşma söz konusuydu. Hatta Türkiye’de yer yer konuşulmuştur bu. Türkiye’den birtakım devrimciler Filistin’e gidip orada Filistin-İsrail çatışmasına katıldıkları, orada eğitim gördükleri, pratik yaptıkları anlamında söylemler gündemde olmuştu o günlerde. Sonrasında El-Fetih içerisindeki sosyalist yapı, HAMAS ile birlikte İslamlaşma sürecine girdi. Ben birey olarak söyleyebilirim ki anti-emperyalist bir bakış açısına sahip olduğum için bu İsrail-Filistin olayında eleştirel bir yaklaşımım var fakat bu İslami örgütlenme modeli de bana çok cazip gelmiyor. Zira orada pek çok provokatif eylemler de söz konusu.
12 Eylül darbesinden önce ülkücülerin konuya bir bakışı vardı. Solun oradan beslendiği düşünülerek eleştirel bir bakışımız vardı. El-Fetih özelinde bir karşı duruşumuz vardı. Çünkü bizde şöyle bir düşünce vardı: Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar ya da diğerleri gibi sol militanlar orada eğitim görüyorlar, ülkeye döndükten sonra da bu birikim ve tecrübelerini ülkücülere karşı kullanıyorlar. Bu bakımdan çok onaylamıyorduk fakat ülkücü hareketin sonradan geçirdiği Türk-İslam sentezci bakışı bu konuya yönelik belli bir ölçüde sempati yaratmaya başlamıştı. Hareketin liderliğinde bu değişim olmasa da tabanda yer yer görülmekteydi. Bireyler, bu İslamlaşma sürecinde daha sempatiyle bakmaya başlamıştı. Orada Müslümanların ezildiğine, öldürüldüğüne dönük düşünceleri vardı fakat dediğim gibi 12 Eylül öncesinde El-Fetih bünyesinde eğitim görüp ülkücülere karşı tecrübe ve birikimlerini sol militanlar kullandıkları için El-Fetih’i çok sempatik bulmuyorduk.
‘CEZAEVLERİNDE NAKŞİ ŞEYHİ MAHKUMLARA EL VERİRDİ’
– Kitabınızda ‘Cezaevinde Nakşi Şeyhi’ bölümü vardı. Orada yaşananları açar mısınız?
– 12 Eylül askeri darbesi olduğunda Türkiye’de ülkücü hareketin teşkilatları ve inorganik bağlı olduğu Milliyetçi Hareket Partisi de kapatıldı ve önderleri tutuklandı. Darbenin ilk günlerinden sonra ülkücülerden yaklaşık olarak 7 bin kişi hapishanelere girdi. Hapishanelere girildiğinde teşkilatlar kapatılıp liderler de tutuklanınca bir yalnızlaşma süreci yaşandı. Hapishane şartları ağır ve zor olduğu için bu yalnızlaşma sürecinde imkansızlıklar vardı, işkencelerde pek çok kişi zulüm görüyordu. Bu işkenceler insanları bir iç hesaplaşmaya itti. Aynı zamanda bizim çok sonraları tespit edebildiğimiz bir şey daha gelişmişti. Cezaevindeki ülkücülere dönük yoğun bir İslamcı propaganda dönemi başlamıştı. İslamcı camiadan yoğun propaganda başlamıştı, birazdan isimler de verebilirim. Tabi bu sürece tesadüf olarak 12 Eylül darbesi yaşandığında yakın bir tarihte İran’daki İslam devrimi de yaşanmıştı. Anti Amerikancı bir başkaldırı olması nedeniyle sempatik bulundu. Bireyler cezaevinde bu yalnızlaşma sürecinde genelde bir iç hesaplaşmayla beraber uhrevi bir sığınma içine girerler, orada bir tek Allah kalır. Bu tip bir manevi rüzgara kapılır. Vahdet Vakfı’nın ve Nurcuların yoğun bir etkinliği vardı o dönemde. Cezaevlerindeki kütüphanelerde Nurcuların dergileri vardı. İlk sırada ise Sızıntı dergisi vardı ve onlar okunuyordu. Cezaevinde okunacak kitaplar fazla yoktu. Dışarıdan kitap getirmek zaten yasaktı ve bu tür kitaplarla yayınlar vardı. Bu dönemde bireylerde ülkücü harekete eleştiriler başladı. Bu eleştiriler doğrultusunda evrensel İslamcılık adında bir şey gelişti. Bu gelişmenin ardından milliyetçilik artık ırkçılık olarak adlandırılmaya, başlandı. Devamında Atatürk, Türkeş eleştirilerine başlandı. Bu süreçte biz de kendi içimizde çeşitli tartışmalarda bulunduk. Bu süreçle ilgili isimler de verebilirim fakat günümüzde hala popüler olarak ülkede karşılıkları var. Ülkücüler içinde İslamcı bir yapıyla ayrılmayı körükleyen liderlerin etnik sorunları varmış ki biz bunları sonradan öğrendik. Kökenlerinin Türk olmadığının farkına varanlar vardı. Cezaevinde kalırken ülkücülükten İslamcılığa geçen kişiler ise koğuş olarak da aramızdan ayrılmışlardı. Bu sayede kendilerine ayrı koğuş oluşturmuşlardı. Temeldeki ana sorun Türk milliyetçiliğinin ırkçılık, küfür olarak görülmesi söz konusuydu. Mesela Gaziantep’te cezaevinde koğuşun girişinde üç hilalin olduğu boncuktan yapılma, büyükçe bir bayrağımız vardı. İslamcılaşan bazı arkadaşlarımız bu bayrağın altından geçmeyi küfür olarak görmeye başlamışlardı. Dünyevi unsur olarak görüp altından geçmekte zorlanıyorlardı.
Gaziantep’te cezaevinde yatarken toplantılarda tartışmalarımız oluyordu. Orada da teşkilat halinde kalıyorduk. Tabi o içimizdeki ülkücü arkadaşların bazıları dışarıdaki İslamcı yapılarla yakın temasta bulunuyordu, bu temas ekonomik anlamda da vardı. Örneğin Vahdet Vakfı bu insanlara para gönderiyordu, ilginçtir. Cezaevlerindeki kişilere yardım amacıyla yapıyorlardı ama tabi karşılığında sempati oluşturuyorlardı. Biz tabi buna eleştirel bakıyorduk. Cezaevlerine açık ziyaretler yapılırdı. Ben tabi bu yapıyı eleştiren bir kişiydim, hatta buna karşı mücadele ederdim. Her iki tarafa da mesafeli duran arkadaşlar gelenlerden el aldığını söylediler. Gelenler tabi ki tarikat kılık kıyafetinde olan insanlardı. Gelen kişiler ayrı bir koğuşa giriyorlardı, zaten bizi de aralarına almıyorlardı. Dolayısıyla Gaziantep cezaevinde bu ilişkinin olması bakımından rahatlık vardı.
Bu tarikat ve cemaatler Nakşi olabilirler. O dönemde Nurculardan var mıydı onu tam olarak bilmiyorum, o yüzden isimlendirme yapamam ama dediğim gibi sarıklı ve cübbeli insanlardı. Bu kişilerin belli bir cemaate mensup oldukları belliydi.
ÜLKÜ OCAKLARINDAN MENZİL’E GÖNDERİLENLER
– İslamcılar-Ülkücüler arasındaki ilişki nasıldı?
– 1978 yılında Türkiye’de bir Menzil hikayesi çıktı. Şöyle gelişiyordu olay: Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nin bilgisi dahilinde kimi illerde insanlar Menzil’e gönderiliyordu. O dönemki lideri Muhammet Raşit Erol’du. Gidenler de tövbe edip geliyordu, yani bir İslamlaşma süreci vardı. O günkü yöneticilerin haberlerinin olmaması mümkün değildi ve ses çıkarmıyorlardı. Zaten belirttiğim gibi politik değişim söz konusuydu. Lider ise, Alparslan Türkeş’i kastediyorum, Samsun’da bir tarikat ehli vardı, Kastamonu’nda sanırım Fevzi Efendi’ydi ki zaman zaman fotoğraf verirdi. Alparslan Türkeş’in bu tarikat ve cemaatlerle fikir birliğinin olduğuna inanmıyorum tabi, kendisi Atatürkçü ve laik bir kimseydi. Politik neden ve hesaplara bağlı olarak bazen o tür görüntüler veriyordu. Bu bakımdan ben de konuya eleştirel bakıyorum. Tabi siyaset işin içine girdiğinde bu tür çelişkiler doğuyor ve tavizler veriliyor, sonuçlarını yaşadık da zaten.
– Bu kişiler sonrasında nerelerde yer aldılar?
– Bu kişilerin büyük bir bölümü daha sonra Büyük Birlik Partisi içinde yer aldılar. Orada kimisi genel başkan yardımcısı, kimisi genel idare kurulu üyesi oldu. Kesin olarak söylenebilir ki Büyük Birlik Partisi’ni oluşturan kişiler cezaevinde bu bahsettiğim ve ülkücülerden kopan kişilerdi. Bunun liderliğini de Muhsin Yazıcıoğlu yaptı tabi.
MHP’DEN BBP’YE
– Büyük Birlik Partisi ile Nurcular arasında ilişkiler var mıydı?
– MHP’yi bölme ve ülkücüleri azaltma anlamında, bu söylediğim ideolojik olmasa da parlamentodaki sayısal gücünü azaltma anlamında dış şartlar oluşmuştu. Bu süreçte Muhsin Yazıcıoğlu provoke edildi. Buna ekonomik anlamda Turgut Özal da katkı sağladı. Bu durumu Büyük Birlik Partisi’nde görev yapan genel başkan yardımcıları basında açıkladılar. Konuşuldu, yazıldı ve çizildi. Buna ayrıca Fetullah Gülen ile Nurcuların da dış etkenler bakımından katkısının olduğunu düşünüyorum.
Milliyetçi Hareket Partisi, Türk milliyetçiliği çizgisinde kalırken Büyük Birlik Partisi önceden de söyledik, daha Türk-İslamcı çizgide kaldı. Slogan olarak da nizamı alem gibi ifadelere geçiş yapılmıştı. Döneme bakılınca Yazıcıoğlu, Türkeş’e rağmen Türk milliyetçiliği yapamazdı ve Erbakan’a rağmen de İslamcılık yapamazdı. Bunu da oy sayısında görmüştük, güçlenemedi Büyük Birlik Partisi. Şunu da belirtelim BBP’nin ayrılması ülkücü hareketteki ilk bölünmeydi, daha sonra başka bölünmeler oldu tabi ki.
Muhsin Yazıcıoğlu ülkü ocaklarında yöneticilerden biri olması nedeniyle kendisini sorumlu hissederek cezaevlerini ziyarete gitmeye başlamıştı ve bizim Gaziantep’e de gelmişti. O dönemde bizim de kendi aramızda Türkçülük-İslamcılık bağlamında iç tartışmalarımız vardı. Bizim cezaevine geldiğinde bir arkadaşın koğuşunda toplandık. Hatta Muhsin Yazıcıoğlu, sonradan soyadını değiştiren Ökkeş Kenger ile gelmişti. O dönemde henüz BBP kurulmamıştı. Oturup sorunlarımızı konuşup tartışıyorduk. İçimizdeki İslamlaşma sürecine giren arkadaşlar sorular soruyordu. Bu soruların mahiyetinin Muhsin Yazıcıoğlu’ndan bir işaret almak olduğunu tahmin ediyorum ki o gün de aynı tespiti yapmıştım. O tartışmalar sırasında Muhsin Yazıcıoğlu ‘Biz Türk milliyetçisiyiz, başkaları ise kendi ırkının milliyetçileridir’ dedi. Tabi bu Türk milliyetçiliğinin içine eklektik anlamda ilahi kelimetullah, nizamı alem ölçüsünde bir anlam kattıysa o da ayrı bir çelişkidir. Çünkü olmuyor, sentez denilen şey bence mümkün değil. 12 Eylül öncesinde ülkücü harekette bir İslamlaşma söz konusuydu ve Türkeş politik nedenlerle ses çıkarmadı bence veya karşı gelemedi. Örneği bizim sloganlarımız milliyetçi söylemlerin biraz dışında; ‘çağrımız İslam’da dirilişedir’ ya da ‘kanımız aksa da zafer İslam’ın’ gibi sloganlar yazdık duvarlara. Bu tamamen ümmetçi bir yapının ürünüdür bence. Muhsin Yazıcıoğlu’nun ‘Türk’üz, Tük milliyetçisiyiz’ sözü, sanıyorum ki o an geçiştirmek için söylenen bir sözdü. Pratiğini sonradan Büyük Birlik Partisi sürecinde görmüştük. Kendisi denge anlamında kullanıyordu her iki ideolojik yapıyı da.
TEŞKİLATTAN MAFYAYA
– Günümüzdeki ülkücü hareketi nasıl yorumluyorsunuz?
– Buna 12 Eylül öncesi ve sonrası olmak üzere dönemsel olarak bakmak gerekiyor. Çünkü sosyolojik ve düşünsel olarak dönüşüm o zaman yaşandı. 12 Eylül olduğunda ülkücü hareket gadre uğradı. Özal iktidarı döneminde, 1986’da Mart infazı oldu. Yani cezalarda indirim, düzenleme getirildi. Hatta ben de o düzenleme nedeniyle 4 sene 2 ay yatar cezamdan yararlandım, düştü yani. Mart 1986 infazıyla 10-15 yıl ceza alan ülkücü arkadaşlarımız 5-6 yıl yattıktan sonra çıktılar. Bu dönemde tabi ülkedeki ekonomik yapı da değişmişti. Özal iktidarıyla beraber serbest piyasa ekonomisine geçilmiş, arz-talebe bağlı bir ekonomik yapı var ve o ekonomik yapıyla beraber işin içine değerli kağıt da girmeye başladı. Bunlar çek, senet gibi şeylerdi. O dönemde cezaevinden çıkan ülkücülerde sermaye yok, meslek yoktu. Dönemde mal mübadelesi ya da nakdin yerini yavaş yavaş çek-senet almaya başlamıştı. Bu süreçte de ülkücülerle kısmen ilişkili bazı kişiler ortaya çıktı ki bunlardan birisi de Alaattin Çakıcı. 12 Eylül öncesinde Alaattin Çakıcı, Levent bölgesindeki Sanayi Mahallesi’nde ülkücülerle teması olan ve kabadayı özellikleri olan bir kişiydi. O dönemde cezaevinden çıkan birtakım ekonomik durumları bozuk olan ülkücüler, onun yanında yer aldı. Bu yüzden ekonomik temelliydi tabi ki. Ülkücü mafya bu şekilde ortaya çıktı, daha sonra bildiğimiz isimler belirdi Ankara ve İstanbul’da. Bunlar gayrı kanuni yapılardı ve lümpen bir içeriği vardı. Teşkilat kontrolü de olmadığı için rahat hareket ettiler. Bunları kontrol edecek örgütlü bir yapı yoktu.
Ülkücü hareket, karizmatik lider olan Alparslan Türkeş öldükten sonra Devlet Bahçeli lider oldu. İlk etapta Kasım 2002’den sonra Tayyip Erdoğan liderliğinde AKP iktidarı geldi. Biz o dönemde yine hiyerarşik anlamda ülkücüler olarak MHP genel merkezi söylemleriyle hareket ettik. AKP karşıtlığı da söz konusuydu. Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli arasındakiler için gayrı ahlaki nitelemeler de vardı fakat ne olduysa 2017 idi herhalde ve Cumhur ittifakı süreci başladı. Bunun içinde çok başka nedenler olmasına rağmen işin içine devlet ve milletin bekası dahil edildi ve hikaye bence. Bireylerin de İç Anadolu tarzı güvenlikçi-milliyetçiler, oluşturulan anti komünist tavır ile Kürt ve Alevi karşıtlığındaki ideolojik bakış bugün MHP’de etken. MHP’de kalan bireyler de bir ideolojik dönüşüme giriyor. Şu anda durdukları yerden değerlendirdiklerinde iyice İslami bir hale giriyorlar, söylemler yine nizamı alem ve ilahi kelimetullah yeniden gündeme geliyor. 12 Eylül sonrasında epey Türkçü bir kitle de vardı. Şu anda da Türkçü, entelektüel bir kitle var ve bana göre sağlıklı bir kitle. Bu evrilme, devlet ve milletin bekası dümeniyle beraber bu siyasal gücü ekonomik güce dönüştürme çabasının bir ürünü. MHP, Türk milliyetçisi düşüncesinden oldukça uzaklaşıyor ve destek verdiği AKP iktidarı siyasal ümmetçi bir bakıştır, milliyetçiliği ırkçılık olarak görür.
Nurcu Menzilci ve benzeri Kürt tarikatlarının etkisine girmiş partiler Türk milliyetçisi olamaz Kürdistana Hayır diyemez…