Ahmet Müfit yazdı…
21-24 Ekim tarihlerinde, “Topraksız Ütopyalar ve Öze Dönüş” ana teması ile Karaburun’da gerçekleştirilen 27. Ütopyalar Toplantısına katıldım.
Temanın “Topraksız Ütopyalar ve Öze Dönüş” olmasının ilk anda yaşattığı şaşkınlık, çağrı metninde yer alan “Mülksüzleşiyor, topraksızlaşıyoruz”, “Bu sefer distopya ile ütopyanın kesişim sahasındayız” cümleleri ile ortadan kalkıyor.
Tema bu şekilde ortaya konulup, içerisinde bulunduğumuz koşullar adeta bir “araf” olarak tanımlanınca hemen akla gelen ilk soru, toplantıyı düzenleyenleri böyle bir tespite yönlendiren günümüz gerçeklerinin neler olduğu oluyor doğal olarak. Gerçekleri en yalın görebileceğimiz yer ise günümüzün kazanan ve kaybedenlerinin kim/kimler olduğuna bakmak.
Toplantıyı organize edenlerin, “Mülksüzleşiyor, topraksızlaşıyoruz” diyerek parçası olduklarını belirttikleri toplumsal kesim yani sıradan insanlar, içinde bulunduğumuz durumun “kaybedenleri”. 2008 Krizi sonrası oluşan tepkisel muhalefetin diliyle söylersek, dünya nüfusunun yüzde 99’u.
Birilerinin mülksüzleşip, topraksızlaşması söz konusuysa, bu tespitten çıkarak birilerinin de daha fazla mülk ve toprak sahibi olduğu, dolayısıyla dünyanın ve insanlığın geleceğinde daha çok söz sahibi oldukları sonucunu çıkarmak mümkün. Onlar da yüzde bir diye adlandırılmıştı hatırlarsınız.
Kaybedenler kim diye baktığımızda, toprağından yani yerel ve ulusal bağlarından kopanlar; evini, işini aşını kaybedenler, borca batanlar, güvenlik ya da ekonomik kaygılarla yerinden yurdundan olanlar, ülke içi ve ülke dışı göç etmek mecburiyetinde kalanlar ilk akla gelenler.
Kaybetmek için illaki bir yerden başka yere gitmek zorunda kalmaya da gerek yok. Kendi toprağında (kentinde, köyünde, vatanında) mülksüz, köksüz kalmak/bırakılmak da mümkün.
Her iki kesimin ortak özellikleri, hukuken ya da fiilen siyaseten söz hakkını kaybetmiş olmak, sosyal güvencesiz ve esnek işgücü pazarında -küresel ya da yerel-, “işgücü piyasasının malı” haline getirilmiş emek olarak köleleştirilmek. İşini kaybetmek, sadece ekmek parasını, barınacak yuvasını, ailesini bir arada tutma hakkını değil, kendi gibi olanlarla birlikte olma, sosyalleşme, birlikte üretmenin onurunu, birlikte direnebilmenin olanağını kaybetmek. Farklı bir ifadeyle mülksüzleşmek, köksüzleşmek, popüler dille söylersek “ezik” olmak.
Gelelim kazananların kim olduğu konusuna. En kaba tabirle dışarıdan gelip mülkün sahibi olanlar olarak nitelemek mümkün. Ulusal varlıklarınızı alıp, devletinizi ve sıradan insanlar olarak hepimizi borçlandıranlar. Uluslar arası mali sermaye, sanayi ve fikri mülkiyet kisvesi altında devleşen, ulusal varlıkların sahibi haline gelen küreselleşmiş, “dünyanın malına, mülküne” sahip hale gelmiş şirketler.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun uluslararası finans da Merkez Bankası bağımsızlığını istiyor diyerek işaret etmiş olduğu gibi, oy hakkı olmaksızın siyaseten söz hakkı kazananlar. Alacaklılar. Davos benzeri yerlerde bir araya gelip, dünyanın tüm varlıklarını, doğayı, insanları istedikleri şekilde yeniden şekillendirebilecekleri bir kaynak olarak gören, insana ve doğaya dair her şeyi düzene sokma, yeniden yapılandırma hakkını kendinde gören, kendilerini “girişimci” ve “rekabetçi” olarak tanımlayanlar.
Mülkiyet hakkını insan hakları konusu yapan bir hegemonya ya da sömürgeciliği sağlama alan bir hukuk yaratma ve bunu demokrasi diye pazarlama çabasının sonucu olarak kazananların bu ürkütücü duruma çözüm olarak sundukları vatandaşlık parası, vb. zihni sinir projeleri de farklı değil. Üretimden koparılarak, borçlandırılarak mülksüzleştirilen, yalnız yaşamaya, televizyon dizilerini seyrederek, yalnız ölmeye mahkum edilen, toplumun üstünde yük olduğu her an hatırlatılan, dolayısıyla hakları olmayan “ezikler” yaratarak sistemin devamını yani kendi egemenliklerini sağlamlaştıran, sorunu yaratan sistemi tartışmaktan kaçan “çözümleri”, “çözüm” olarak sunmaktan utanmayan bir kibir ve aç gözlülük.
Esas soru ise bu gidişten gerçek bir geri dönüşün olanağı olup olmadığı. Bu düzenin değiştirilip değiştirilemeyeceği.
Kişisel olarak bunun mümkün hatta çok kolay olduğunu, aksini düşünmenin “tarihin sonu” gibi manipülasyonların esiri olmaktan farklı olmadığını düşünüyorum.
Bunun için yapılması gereken ilk şey, sistemin kazananları tarafından pompalanan enformasyon bombardımanından biraz olsun uzaklaşıp, mevcut durumu daha sade bir şekilde görmeye çalışmak.
Mülkiyeti “temel insan hakkı” olarak tanımlarken, insanı, iş gücü piyasası diyerek “mal” haline getiren dilden vazgeçmek, “ekonomik büyüme”den başlayarak, ekonominin performansını ölçtüğümüz kavramları değiştirmek, dünyayı farklı kavramlarla yorumlamak, ekonomiyi faiz, TL’nin değeri, enflasyon bağlamında tartışmaktan vazgeçmek gerekiyor.
Önümüze sunulan , “yeşil tahvil”, “sürdürülebilir sertifikalı üretim”, “vatandaşlık parası” gibi çözümleri”, sorgulamadan kabul etmememiz, son 40 yılda kavramlarla oynayarak beynimize vurulan fikri prangalardan kurtulabilmemiz, siyaseti esas itibarıyla ekranlarda sahneye konulan bir oyun olmaktan çıkarıp, yeniden insanlarla, toplumlarla ilişkili bir gerçekliğe, mücadele çizgisine oturtmamız gerekiyor.
En önemlisi, sömürgeciliğin en azgın döneminde, daha 1917 yılında, Osmanlı Kapitülasyonlarının yıkıcılığını tartışan, kaldırılması gerektiğini savunan Mahmut Esat Bozkurt’lar, toplumu eğitimsizlik bataklığından çıkarmak için Köy Enstitüleri gibi “çılgınca” bir fikri geliştirip, uygulamaya koyan Hasan Ali Yücel’ler, İsmail Hakkı Tonguç’lar gibi “fikri ve vicdanı hür” bireyler olabilmemiz gerekiyor.
29 Ekim’de yayınlanan Atatürk ve Cumhuriyet temalı siyasi parti ve şirket reklamlarında, bol Atatürk resimli, Cumhuriyetin en temel özelliği ekonomik ve siyasi bağımsızlığı görmezden gelen televizyon programlarında gördüğüm vıcık vıcık ikiyüzlülüğün, şimdilik çok da umutlu olmama izin vermediğini söyleyip bitireyim. Umarım yanılıyorumdur.
çözüm, ulus devletlere bağlı. yani devlet politikalarıyla olur. ayrıca, Nihat bey ve Serkan beyin kooperatif ve kamusal vakıf türü oluşumlarla ekonomik bağımsızlık gerçekleşir.
Doğru saptamalar. Yılın bir kaç günüyle sınırlanan biçimsel Atatürkçülüğe dikkat çekmeniz yerinde bir uyarı.
128 milyar dolar nerede diye sorup da her 7-10 yılda yinelenen döviz krizlerinin nedenlerine kayıtsız kalmak da bir başka ikiyüzlülük değil mi? Örnekler çok. Sorgulayan ya yok ya da yok denecek kadar az.