İmamoğlu’nun Karadeniz seyahati sırasında ve sonrasında yaşananları basit ve tekil bir iletişim hatası olarak görmek mümkün mü?
Karadeniz gezisine ya da mitinglerine ilişkin yapılan eleştirileri, “akıllı olun” diyerek ve parmak sallayarak ve tehdit ederek bitiren İmamoğlu’nun, “özür dilemek” için, “Bir fotoğrafla yok sayılan, oy vermem, şunu yapmam denilen bir kişi durumuna düşürülürse insanın canı yanıyor” demesi ise “kabahatinden” daha da büyük tepki çekti. Çok geniş kesimlerden, -düne kadar kendisine sınırsız destek olan, yaptığı her şeyde, söylediği her sözde bir hikmet bulmaya çalışan basın, yayın organları dahil- ciddi eleştiriler almasına neden oldu.
Bir kısım yazar ise olayı, tekil bir iletişim hatası olarak değerlendirdi, daha da ileri giderek bu türden “yanlış anlaşılmaya” müsait hatalar nedeniyle kendine yazık ettiğini söylerken bir başka kesim, olayın sorumluluğunu, danışmanlarına atarak, İmamoğlu’nu aklamaya “bizim oğlan iyi de çevresi kötü” demeye çalıştı.
Bu yazıda bu anlamsız tartışmayı sürdürmek niyetinde değilim. Söz konusu seyahatin nedenleri, yaşananların, Anavatan Partisinden CHP’ye devşirilip, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı yapılan İmamoğlu’nun siyasi kariyerine etkisi, ortaya çıkan bu acınası durumun Kılıçdaroğlu ya da Yavaş’ın adaylık şansına olan olası etkileri inanın umurumda değil. Yapmak istediğim şey, İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi ya da cumhurbaşkanı adaylığı için ben de varım seyahati esnasında ve sonrasında yaşananlar şanssız/tekil bir iletişim hatası olarak adlandırılabilir mi? Sorusuna yanıt aramak. Farklı bir ifadeyle söylersem, tartışmak, gündeme getirmek istediğim şey, her geçen gün daha büyük sorun haline gelen, siyasetin içeriğini, niteliğini değil kişileri tartışan depolitizasyon ya da nitelik erozyonu. Siyasetin yapısı ve anlamı değişmediği sürece kişiler üzerinde yapılan/yapılacak tartışmaların anlamsızlığı.
Tartışmaya, başlıkta sorduğum sorunun yanıtını da içerisinde barındıran, yaşanan olayla ilişkili en etkileyici yorumun/görüntünün, Recep Tayyip Erdoğan ve Ekrem İmamoğlu’nu aynı karede, parmak sallarken gösteren fotoğraf olduğunu söyleyerek başlamak sanırım yanlış olmayacaktır. “Tek adam” olduğu söylenen kişiyle, “tek adama” karşı, “demokrasi güçlerini” temsil ettiğini söyleyen kişi arasındaki duruş ve tavır benzerliği ortaya koyan bu tespit, son 40 küsur yılda siyaset kurumunda yaşanan derin krizin, rakiplerin tek tipleşmesinin, benzeşmesinin ve siyasetin bir bütün olarak niteliksizleşmenin de resmi aslına bakarsanız.
Tartışılması gereken nitelik sorunu yalnızca bizim ülkemizle, bizim ülkemiz siyasetçileri ile sınırlı da değil. Oval Ofisin seks ilahı Clinton, barış lafını ağzından düşürmeyip, savaş çıkarma rekoru kıran Obama, yolsuzluktan malul Berlusconi, Sarkozy, Irak yalancısı Blair ilk akla gelenler. Bunlar geçmişte kaldı diyenler için, şu anda özgür dünyanın” lideri rolünü üstlenip, Rusya’ya karşı yürütülen savaşın komutanlığını üstlenmiş Biden, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen ve IMF Başkanı Kristalina Georgieva’nın ortak özelliklerinin, isimlerinin yolsuzluk iddialarıyla anılıyor oluşu olduğunu da ilave edip devam edeyim.
Dünyayı yöneten siyasetçilerin hali böyle olunca, dünyanın haline de şaşırmak gerekmiyor. Dolayısıyla da olaya siyasetçilerin kişisel ve tekil hatalarının sonucu olarak değil, siyasetçileri, sözde temsil ettikleri siyasi çizgilerinden bağımsız olarak bu hale dönüştüren nedenlere, siyaset kurumunun bu tür siyasetçileri öne çıkarmasına neden olan koşullara, ortama odaklanmak sanırım daha doğru bir yaklaşım olacak.
Siyasi antropoloji üzerine yaptığı çalışmalar ve yazdığı kitaplarla tanınan, 2016 yılında yitirdiğimiz Fransız Antropolog Georges Balandier, İş Bankası Kültür Yayınlarınca, “Sahnelenen İktidar” ismiyle dilimizi de kazandırılan “Le Pouvoir sur Scènes” kitabında bu konuyu ayrıntılı olarak ele alıyor.
1992 yılında yayınlanan ilk baskıya yazdığı önsözde, medyanın siyaset üzerindeki etkisini, medyatik -gösteri odaklı- yapılanmanın siyasetin toplum/ toplumsal kesimler ile kurduğu doğrudan ilişkinin yerini aldığını, bu durumun vatandaşı/vatandaşın sorun ve istemlerini, siyasetin asli aktörü/yönlendiricisi olmaktan çıkardığını, vatandaşın/seçmenin siyasetin belirleyici aktörü olmaktan çıkarak, seyirciye, “mahpus edilmiş bir kamuoyuna” dönüştüğünü söyleyen Balandier’e göre; bunun sonucu, medyatik olanın etkisi altında siyasi olanın ortadan kalkması, kamu yönetiminin sorunlara teknik çözümler getirmekle yükümlü “uzmanlara” terk edilmesi olarak ortaya çıkıyor.
Yazar kitabın 2006 yılında yayınlanmış olan baskısının önsözünde, siyaset kurumuna hakim olan niteliksizleşmenin, “rakiplerin” birbirine benzeyerek siyasetin işlevsizleşmesinin sorumluluğu konusunda medyanın yanına, finans sermayesini ve teknoloji şirketlerini de katıyor.
“’Ne ‘tarihin sonunun’ -neredeyse-geldiği yönündeki tutarsız sav ne de yavan ‘yönetişimin’ siyasetin sonu olduğunu düşünenlerin kendini beğenmişliği, silinemeyen şeyleri silmeye yetebilir. Finans kapitalizmiyle müttefik olan teknolojilerin her türlü faaliyet alnını ‘sömürgeleştirdiği’ günümüz dünyasında, uzmanların iktidarı başka herkesinkine galebe çalmış durumda” diyen yazar, 2006 tarihli önsözü şu paragrafla bitiriyor. “’Siyaset kayıp mı oluyor?’ En az yirmi yıldır süregelen Büyük Dönüşüme bağlıdır bu durum. Bu metin bir çağrıdır. Derhal siyasetin yeniden inşa edilmesi çağrısında bulunur: Siyaset ortadan kaybolmamıştır, aldatıcı bir yönetişimin ekranları arasında yolunu kaybetmiştir.” diyerek, son 30 küsur yılda “iyi yönetişim” adı altında pazarlanan siyaset alanının daraltılması, yurttaşın siyaset aracılığıyla ülke yönetimine müdahil olma olanağının elinden alınması olduğunu ifade ediyor. Balandier’in “aldatıcı bir yönetişim” derken kastettiği şeyin, katılımcı demokrasinin gereği diye sunularak sermaye örgütlerinin çeşitli adlar altında kamu yönetiminin içerisine sokulması, merkez bankası bağımsızlığı, bağımsız kurum ve kurullar düzeni yani yönetim içerisinde siyasetin alanının daraltılarak, küresel kurumlarda faaliyet gösteren “uzmanların” alanının genişletilmesi olduğunu da ilave edip devam edelim.
Sonuç olarak, Rusya’nın Ukrayna müdahalesi sonrasında, medya, finans sektörü ve teknoloji şirketlerinin “dezenformasyonu engellemek” ya da “yaptırım” adı altında, elbirliği ile kamuoylarını karşıt görüşlere kapamaları -sansür de diyebiliriz-, sanırım Balandier’in 2006 tarihli bu tespitinin yani siyaset alanının sıradan insanlar için nasıl daraltılmış/kısıtlanmış olduğu gerçeğinin birçok kişi açısından anlaşılmasını sağladı. Paranın dini, milliyeti olduğunu, finans ve teknoloji şirketleri ile esas olarak onların güdümündeki “merkez medyanın”, çıkarları gerektiğinde en tutucu, faşist güçleri bile “demokrasi” kisvesi altında destekleyebileceğinin geniş kesimlerce görünür hale gelmesinin yolunu açtı.
Yazıyı Balandier’in, “demokrasi” ve “özgürlük” lafları ağızdan düşürülmeksizin gelinen noktanın temsili demokrasinin temsil niteliği ve meşruiyetinin tartışılır hale geldiğini/gelmesi gerektiğini ortaya koyan, mevcut haliyle siyaset kurumunun niteliği ve işlevini sorgulayan; “Artık siyaset sözcüklerden çok görüntülerle bağlantılı; görüntüler de onları üreten, onların birbiri ardı sıra dolaşıma sokulmasını ve ‘anlatılarının’ verimini düzenleyen tekniklerle. Kamuoyu ve olay onlar üzerinden imal ediliyor” cümlesiyle bitirmek, sanırım şimdilik oldukça açıklayıcı olacaktır..
sn mufıt tam da benım dedıgım ve tekrarlamaktan bıkmıyacagım noktay parmak basmıssınız. ımamoglu ychp nın erdoganıdır. aynı zamanda da abd nın yenı erdoganıdır.
Nagehan batı uşaklığında yol gösterici niteliğinde bir indikatör, desteği varsa uşaksınızdır, batı gözünü kapatıp destekler. olay bu ve basit.
İmamoğlu, (görüşüme göre) C. Başkanlığı adaylığını istemiyor. Adamın tuzu kuru. Adaylığı tehlikeli görüyor olabilir. Meydandan kaçmak yerine böyle falsoları bilinçli olarak yaparak kendini düşürmeye çalışıyor.