Genelkurmay eski başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, yazdığı son kitaptan sonra katıldığı bir “youtube” kanalında yaptığı seri konuşmalarda 27 Mayıs Darbesi’ni de anlatıyor.
İlker Başbuğ bir saatten fazla süren konuşmasında 27 Mayıs 1960 askeri darbesini, daha çok Adnan Menderes’in ve arkadaşlarının yanlışlarına bağlayıp dönemin iç siyasi kombinezonlarını uzun bir hikayeyle anlatarak çözümlemeye çalışıyor.
Başbuğ’un konuşmasında İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’yle kurulan ilişkiler, ikili gizli askeri anlaşmalar sonucu ABD ve CIA’nın Türkiye’ye nasıl yerleştiği, emperyalizmin dönemin dünya politikalarının Türkiye’ye yansımaları, örneğin FETÖ’nün bu yıllarda yükselen yıldız haline gelmesi… bile görülmüyor.
Başbuğ, “Ama bir sonuç var. Bu sonuç 1961 anayasasının ortaya çıkması… Sonuç itibariyle devrimdir.” diyerek 27 Mayıs Anayasası’nın, çoğu insan gibi “ileri” bir anayasa olması tuzağına düşüyor.
İLKER BAŞBUĞ’UN EKSİKLERİ
1- 27 Mayıs sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri, -tıpkı daha sonraki darbe bildirileri gibi!- Alpaslan Türkeş’in sesinden “Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla” yönetime el koyduğunu açıklarken, “NATO ve CENTO’ya bağlılık” güvencesi -yine sonraki darbelerde olduğu gibi- unutulmamıştı!
2- Darbecileri darbenin ertesi sabahı ilk ziyaret eden yabancı ABD Büyükelçisi Fletcher Warren‘di. 28 Mayıs 1960’ta ABD Büyükelçisi’nin zırhlı otomobili tankların arasından geçerek Genelkurmay’a vardığı zaman Warren’ın arka koltukta yanında Selim Sarper vardı. (Selim Sarper uzun süre Moskova Büyükelçiliği yapmıştı ve sonraki yıllarda ortaya çıkan belgelere göre Moskova’dan Türkiye’ye kripto mesaj göndermeden, önce ABD’ye aynı mesajı gönderiyordu! Türkiye’ye Stalin’in Boğazlar’ı talep ettiğini yazan ve Türkiye’yi ABD’nin kucağına düşüren bu dedikoduyu çıkaran da tesadüfe bakın aynı kişidir!) Warren’in o gece Pentagon’a tam 32 gizli mesaj gönderdiği bkesinleşti. 2007 yılında gazeteci Nur Batur’un ortaya çıkardığı mesajlardan yalnızca ikisi açıklandı. Birinde Warren’in Gürsel’e, “Türk ordusu ilk kez politikaya karıştı. Pandora’nın kutusu açıldı sayenizde…” dediği yazıyor. (Mesajın altındaki notta ise “ABD’nin Türk Hükümetine fonlardan avans verdiği” yazıyor ama miktarı belirtilmiyor!)
3- 1957 yılında itibaren Demokrat Parti hükümetine açıkça tavır alan üniversiteler 27 Mayıs’ın ilk kurbanı oldu. 147’liler denen tasfiyede hepsi DP’ye muhalif Ali Fuat Başgil, Sabahattin Eyüboğlu, Yavuz Abadan, Nusret Hızır, Tarık Zafer Tunaya, Mina Urgan, Haldun Taner, İsmet Giritli gibi CHP ile beraber hareket etmiş hocalar en baş sıradaydı. 147 öğretim üyesinin görevden alınmasına tepki gösteren, İÜ Rektörü Sami Onar, İTÜ Rektörü Fikret Narter, AÜ Rektörü Suat Kemal Yetkin, Ege Ü. Rektörü Mustafa Uluöz, Ortadoğu Ü. Rektörü Turhan Feyzioğlu istifa ettiler.Ödül beklenirken tasfiye oldu. Milli Eğitim Bakanı’nı bile tasfiyeyi gazetelerden öğrendi. Peki Türkiye’nin bu ulusalcı, bağımsızlık sevdalısı yurtsever aydınlarının tasfiyesine kim karar vermişti? Bu öğrenilemedi!
4- Sular durulacak sanırken Ağustos 1960 – Şubat 1961 arasında bu kez TSK’den, çoğu Kurtuluş Savaşına teğmen olarak katılmış hepsi Cumhuriyetçi 235 general ve yaklaşık 5000 subay eften püften nedenlerle emekli/tasfiye edildi! 31 Aralık 1960’da ABD ile ilk gizli askeri anlaşma bu darbe vasıtasıyla imzalandı. (Bir yıl sonra ikincisi imzalanmıştı.)
5- TSK’nın Atatürk tarafından itinayla oluşturulmuş günlük politikadan uzak “Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollama” görevi, dış güvenliğe değil, tümüyle iç güvenliğe ilişkin tehlikelere yönlendirildi. Daha açık anlatımla, asker TSK değil, jandarma TSK oluşturulmaya başlandı. Silahlı kuvvetlerin, kurum olarak siyasal iktidar ortaklığına yönelmesi, bu strateji değişikliğinin sonucudur.
6- 28 Mart 1949 tarihini taşıyan ABD Genel Kurmayının “Kapsamlı Stratejik Görüşler” belgesi doğrultusunda NATO‘nun “gizli ordusu” olarak yetiştirilen “Türk Gladyosu” bu strateji temelinde bu darbeden sonra oluşturuldu ve 1960 darbesiyle devletin iliklerine dek yerleşerek Türk siyasal-toplumsal yaşamının belirleyicisi oldu.
7-NATO’nun stratejisi kapsamında oluşturulan Seferberlik Tetkik Kurulu içerideki “komünizm tehlikesine” karşı, ABD uzmanlarınca eğitilen yarı askeri, gizli bir kuruluştu. Amerikan Yardım Kuruluşu ile aynı binada bulunuyordu. 1965’te, Özel Harp Dairesi adını alacak olan bu kuruluş, toplumdaki bu ilerlemeyi durdurmak için, özel örgütler oluşturmuştu. Komünizmle Mücadele Dernekleri bu örgütlerin ilkiydi.
8– Fethullah Gülen’in 1960 darbesi sonrası parlatıldığını, bir 1960 darbesi çocuğu olduğunu çoğumuz bilmeyiz. NATO karargahının bulunduğu İzmir’de ilk şubesiyle faaliyete geçen Komünizmle Mücadele Dernekleri (1963), ikinci şubesini Erzurum’da açmıştı. Kurucusu ise, küçük bir camide imamlık yapan Fethullah Gülen’di. Gülen’in ilk işi camiden çıkıp sinema basmak oldu.
9- İlker Başbuğ’u gözaltına alan örgütün kurucusu Gülen’in adı 1966 yılında İzmir’e karargahı kurmasıyla duyulmaya başladı. Yandaşlarına ilk yaz kampları açan da oydu.
10-Örgüte, maddi desteği ARAMCO (Arap-Amerikan Petrol şirketi) sağlıyordu. Kısa sürede, 111 şube açan bu derneklerin Fahri Genel Başkanlığını da Cemal Gürsel üstlenmişti.
*
Anlayacağımız 27 Mayıs Darbesi eğer “devrim”se de aslında emperyalizmin güdümünde ve onun yolunu açan bir darbe olarak gerçekte gerici bir devrimdi.
*
Haksızlık etmeyelim: “27 Mayıs Anayasası” Türk aydınının ve Türk hukukçusunun yüz akı bir anayasadır. Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, Cumhuriyet Senatosu, Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Planlama Kurulu, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu bu anayasayla kuruldu.
Ne var ki demokrasiyi ve çok partili yaşamı ilk kez deneyen ve daha çocukluk aşamasında olan (ki Başbuğ’un eleştirdiği olaylar bu tecrübesizlik ve deneyimsizliğin ürünüdür) 1950’lerin Türkiye gibi ham toplumuna, dünyanın en “ultra” anayasasının “yukarıdan aşağıya” Türk aydınları tarafından gerçekten iyi niyetle ve başarıyla yapılmasının emperyalistler için korkulacak bir yanı yoktu: Verdiğin gibi alırsın!
“Netekim” bu darbeyle Türkiye’nin iliklerine yerleşen “gladyo”, daha sonraki darbelerle anayasada bulunan tüm demokratik maddeleri birer birer budadı!
Kaldı ki bu anayasanın tanıdığı “özgürlük”lerle Türk toplumunun fay hatlarının ortaya çıkmasını sağlayarak zayıf noktaları keşfetti; toplumu bölmeyi başardı! (“Kürt” sorunu dediğimiz sorunun bu anayasayla yeşerdiğini unutmayalım.)
27 Mayıs 1960 darbesinin asıl amacı olan ve darbenin üzerinden daha üç ay geçmeden Türkiye tarihinin en büyük askeri tasfiyeleri olarak yaşanan yukarıda saydığımız gerçeklerdir! Muazzam bir tasfiyedir bu. Bir ordu baştan aşağı değişmiş demektir!
Acaba neden? Biz 27 Mayıs Anayasası’nın “özgürlük” adlı oyuncaklarıyla uğraşırken bu gerçeği hep es geçtik.
27 Mayıs Darbesinin -maalesef- götürdükleri, getirdiğinden çok fazladır.
MERAKLISI İÇİN İLKER BAŞBUĞ’UN KONUŞMASINDAN NOTLAR
İlker Babuğ’un “27 Mayıs darbe mi devrim mi?” başlığıyla verilen konuşmasından bazı bölümlerinden örnekler şöyle:
Askeri personel tayin etme yetkisini Genelkurmay’ın elinden bakanlığa alınması orduda tepki gördü… Ankara Garnizon Komutanlığına Selahattin Paşa’yı getirmiş… Ona çok İtimadım vardı tanıyamamışım, diyor. Demek ki bazı şeyler zor. Bugünlerde de görüyoruz… Tanımak çok zor yau. Getirdiği generalin ihtilalciler tarafına geçtiğini görememiş anlayamamış…
Halka çok güveniyordu. Ama sürgün için Sirkeci garına trenle gelmesinde çok kalabalık olacağını düşünüyordu ama. Ama kimse sokağa çıkmıyor… Sirkeci Garı 50 60 kişi var… Mithat Paşa’da da görüyorsunuz.
Sıtkı Yırcalı DP önemli iç muhaliflerinden. Onlar parti grubunda söylüyorlar. Yanlış yapıyoruz diye ama dinleyen olmadı.
Darbecilerin bir ortak eylem planları yok. Ertesi gün ne yapacaklarını bilmiyorlar. 27 Mayıs’ı bir ihtilal ya da inkılap olarak tanımlamak zor.. Ama bir sonuç var. Bu sonuç 1961 anayasasının ortaya çıkması… Sonuç itibariyle devrimdir. .”
İlker Başbuğ’un yerinde eleştirileri de var ancak arkadaki büyük gücü maalesef göremeyen değerlendirmeler bunlar:
“Türk ordusunu siyasetin göbeğine attı. Yüzbaşı generalin önüne geçti.
1962-63… 70-80 darbe. 60 darbesinin getirdiği sonuçlar.
Bugünkü olumsuz sonuçlar bu darbenin sonuçlarıdır.
ABD’de Türkiye’de yapılan araştırmalar 61’de CHP kazanacaktı yönündedir. Kesin sonuçlar araştırmalar var. Niye beklemediler? 50’de nasıl değişmişse 61 seçimlerinde de olurdu. Türk demokrasisi bir yara almıştır.
tahkıkat komısyonu dıye bır sey vardı o zaman chp yı bertaraf edıp oyle secıme gıdeceklerdı. ama muhım olan cuvalı doldurmak agızdan dolma sosyalıst olunca boyle oluyor.
Sn. Cyrano
Bir itirazım daha var idi, o da eksik kalmasın.
29 Kasım 2019 20:14, teki son yorumunuzda, şunları demiştiniz.
“”Anayasayı rafa kaldırmış olanlardan, aynı zamanda NATO’yu ve CIA’yı başımıza musallat etmiş olanına; “ama erken seçime gideceklerdi..”, diğerine “CIA darbecisi”… Bu nasıl bir adalet?””
Galiba dediğiniz gibi değil. Ben Nato’ ya giriş tarihimizi şöyle biliyordum. Sonra kendimi doğruladım.
17.Aralık 1925 tarihinde, Türkiye ile SSCB arasında, “Dostluk ve Saldırmazlık “ anlaşması imzalandı.
2. Dünya Savaşı arifesinde, başında, 1939 Yılında İngiltere ve Fransa ile benzer bir anlaşma imzaladı.
Yani savaşta, BATI ile entegrasyon tarafındaki safımızı, erkenden ortaya koydu.
Savaş sırasında sonrasında gelişen durumlar nedeniyle SSCB, 1945 yılında, yenilenme tarihinde,
“Dostluk ve Saldırmazlık “ anlaşmasını feshetti.
1949 yılında Nato kuruldu.
11 Mayıs 1950 de, CHP hükümeti, ABD tarafından ret edilmiş olan, Nato’ya ilk giriş başvurumuzu yaptı.
14 Mayıs 1950 de iktidara gelen DP Nato’ya girişimizi gerçekleştirdi.
Sn.Cyrano
Yorumunuzdaki üslubunuz düzeyli idi bana göre. Ayrıca son yorumunuz girişindeki
“Ateşten bir tarihi laboratuvara koyup, “ama 1960’ta kuzu kuzu erken seçime gitmek üzereydiler” varsayımıyla, yeni baştan test edemezsiniz.” önermeniz de bence tutarlı. Bunun nedeni de benim “1960’ta kuzu kuzu erken seçime gitmek üzereydiler” önermemin, altını doldurmadan geçmiş olmam.
Bu nedenle size yanıt vermek istedim. Ancak bundan önce de biraz diyeceklerim var.
Ben halen işini sürdürmekte olan bir makina tasarımcısı ve imalatçısı olarak, harcadığım mesailere oranlayarak baktığımda, kendimi %85 teknokrat emekçi, %15 düşün ve yazın emekçisi yani bir amatör olarak görmekteyim. Yani mesela, bir tarihçi uzman değilim. Ama tarihe, bilebildiğim ve yapabildiğim kadarıyla, diyalektik ve deterministik bir metotla bakıp analizler yapmaya çalışıyorum. Ve bu analizlerin sonuçlarını da hiçbir kişi, zümre, parti, meslek vb yi kayırmadan, şuna dokundu, buna dokundu demeden, sadece yurtsever, antiemperyalist bir bakışla yorumlamaya çalışıyorum ve sonuçta bir çok konuda kanaatlerim oluşuyor. Bu nedenle , ilk yorumumu, “27 Mayıs’ın bir CIA darbesi olduğu kanaatindeyim” diye bitirmem belki daha doğru olacakı.
Bu arada sizin son yorumunuzdaki bir önermelerinize itirazım var. Şöyle:
“ böyle bir varsayım üzerinden, demokrat partinin hiç de “varsayım olmayan” fiiliyata geçmiş bir sürü anayasaya aykırı uygulamasını mahkum etmede zorlanırken, 27 Mayıs’ı gerçekleştirenlere bu kadar kolay “CIA darbecisi” damgası vurabilmenizi anlayamıyorum.” diyorsunuz.
Halbuki ben son yorumumda,
“Ben yorumumda Demokrat Parti güzellemesi yapmadım. Kötülenmesi için yığınla argüman olmasına karşın kötülemesi de yapmadım.” demiştim.
Şimdi “1960’ta kuzu kuzu erken seçime gitmek üzereydiler” önermemin, altını biraz daha doldurmaya çalışayım.
15 Mayıs 1960 İzmir Mitinginde Menderes aynen şunları diyor. “Arızaları süratle bertaraf ederek seçimlere gideceğiz.”
Bundan çok az önce de maalesef kesin gününü bulamadığım 1959 Eskişehir Mitinginde, de, Menderes yine iktidarın seçimle el değiştirmesi gerektiğinden bahsediyor.
Bu tarihlerde, DP nin kendi içinde erken seçim kararı aldığı bir bilgi olarak hafıza arşivimde yer almıştır.
Netice olarak DP nin 1957 seçimlerinde erimeye başlayan oyu, ekonominin iyice bozulması üzerine daha da eriyecek ve çok büyük bir ihtimal ile iktidardan düşeceklerdi.
Peki darbe niye hem de alelacele yapıldı ve üstelik siyasi cinayeler işlendi ve Türkiye Demokrasisi dinamitlendi, doğar doğmaz boğuldu, katledildi.
Çünkü ABD; SSCB nin hemen yanı başında, egemen ve güçlü bir Türkiye’yi asla istemiyordu.
Bir de şu var;
Menderes, son ABD gezisinden eli boş döner dönmez SSCB ye ziyaretini planlamış olup ve Kruşçev ile görüşecekti.
Celal Bayar, Adnan Menderes, sağcı, tutucu, feodal gelenekten geliyor olabilirler, ama son duruşmada bizzat kuvvacı ve millici bir yanları da vardı. Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa” sı gibi.
Bunun da cezası kesilmiş oldu. Daha sonra Süleyman Demirel’e yaptıkları gibi.
Levent bey,
Ateşten bir tarihi laboratuvara koyup, “ama 1960’ta kuzu kuzu erken seçime gitmek üzereydiler” varsayımıyla, yeni baştan test edemezsiniz.
Sizin böyle bir varsayım üzerinden, demokrat partinin hiç de “varsayım olmayan” fiiliyata geçmiş bir sürü anayasaya aykırı uygulamasını mahkum etmede zorlanırken, 27 Mayıs’ı gerçekleştirenlere bu kadar kolay “CIA darbecisi” damgası vurabilmenizi anlayamıyorum.
Anayasayı rafa kaldırmış olanlardan, aynı zamanda NATO’yu ve CIA’yı başımıza musallat etmiş olanına; “ama erken seçime gideceklerdi..”, diğerine “CIA darbecisi”… Bu nasıl bir adalet?
Bir rejimin sınırları nereye kadar zorlanır?
Ve örneğin iktidardaki bir parti, hiç biz sokaklarda postal sesi duymadan anayasayı fiilen rafa kaldırsa, rejim değişmiş olmaz mı? Bu darbe değil midir?
Bir rejimin yıkılıp, tek adam/tek parti diktatörlüğüne evrildiğinin göstergesi nedir?
Eğer çıkıp “bu günden itibaren rejim değişti artık padişahlıkla yönetiliyoruz, bundan sonra hukukumuz da şeriat hukuku oldu” diye ilân ederseniz rejim değişmiş olur. Pekiyi devleti ele geçirenler her şeyi yapıp sadece bunu ilân etmezlerse, bizler de; “rejim ayakta, anayasa hâlâ geçerli, eh.. bunlar da nasıl olsa bir gün çekip gidecekler” deyip oturabilir miyiz?
Son olarak, madem kategorik olarak darbelere karşısınız (ki ben bunların büyük bir kısmına ihtilâl diyorum), o zaman şu soruya cevap verebilir misiniz?
Son onyedi yılda bir askeri darbe olmadı, pekiyi bu son onyedi yılda bir rejim değişikliği oldu mu sizce?
KİŞİSELLEŞTİRİLMİŞ YORUMLARA YANITIM: Başka bir yorum ve yanıtım olmayacaktır.
Hurşit beye; Yorumunuzda “”bu arada LEVENT beye soylenecek soz yok .tamamen agızdan dolma eleştrı yapmıs. sız o gunlerı yasamadıgınız ıcın aydınları tanımadıgınız ıcın sokakları gormedıgınız ıcın bılemezsınız arastırmammısınız da …”” demişsiniz.
*1967-1973 yılları arasında İ.T.Ü de öğrenci olan 68 kuşağından birisi olarak yetmiş yaşını sürmekteyim. Bu yaş yeterli değil mi sizce.
* “Ağızdan dolma” değil de herhalde “kulaktan dolma” diyecektiniz. Bu önermeniz, yanlış veya doğru değil, “tutarsız” bir önermedir. Çünkü biz, birbirimiz için, hiç kimseyiz. Bu nedenle bu önermeniz, yanlışlanamaz, çünkü tartışılamaz. “Dam üstünde saksağan”, “yok devenin başı” gibi nitelemeler, halkımızın, tutarsız önermeler hakkındaki farkındalığını gösterir. Sonuç olarak, bu kadar lafın kısası şöyle;
“ siz benim yorumumdaki önermelerimin, bir emek ve bilgi birikimi sonucu olup olmadığını bilemezsiniz.”
Kendim hakkında biraz daha devam ettikten sonra konuya geleceğim. Kendimi “ulusalcı sosyalist” olarak tanımlıyorum.
Mümtaz Soysal’ın kurucu Genel Başkanı olduğu Bağımsız Cumhuriyet Partisinde, 2002 de kurucu değil de kuruluşunda üye olarak, 2012 ye kadar on yıl süre boyunca çalıştım. Bu arada Mümtaz hocamızla az da olsa sohbet edebilmiş bir yurttaş olarak kendimi çok şanslı hissediyorum.
Hurşit ve Cyrano beye;
Ben yorumumda Demokrat Parti güzellemesi yapmadım. Kötülenmesi için yığınla argüman olmasına karşın kötülemesi de yapmadım.
Çünkü buradan bakarak, “ama” diye sonuçlanabileek, darbeyi haklı çıkarma çabalarınızın içine düşmek istemiyorum.
Ama. yine de sizin hatırınıza, ben de topa girerek, darbeyi öznel olarak değerlendirmeye çalışayım.
Ne yani DP iktidarı, parlamentoyu lağvedip tek parti diktatörlüğüne mi gidecekti.
Önce şunu sormak gerekir. Bunu, hangi sınıf ve tabakaların çıkarları ve talepleri doğrultusunda ve desteği ile hangi sınıf ve tabakalara karşı yapacaktı. Mesela ben bu sorunun yanıtını bilemiyorum. Ama bu sorunun bir yanıtı olmalı değil mi? Ya da tamamen çok büyük bir dış dinamiğin, sermaye ve askeri gücünü arkasına alarak, tüm milli sınıfları ezmek, yok etmek için yapacaktı. Bu konuda bariz bir tehdit olarak ortaya çıkmış bir karine göstergesi ve benim de pek fazla bilgim ve fikrim yok ama, diyelim ki öyle.
Peki bunu, kurtuluş savaşımızın dumanları henüz tüterken, Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşanın Genel Başkanı olduğu CHP ye rağmen mi yapacaktı.
Peki kimdi İsmet Paşa. Gelin, Doğan Avcıoğlu’nun tanıklığına başvuralım.
Tekin Yayınevi, Milli Kurtuluş Tarihi 4. kitap sayfa 1362: Prof. Niyazi Berkes’ in sözlerinden alıntı:
“Kemalizm devrimi, Mustafa Kemal’in arkasındaki bir avuç ilericiler ile, gene bu savaş içinde bulunan muazzam bir gericiler kitlesi arasında,
didişile didişile santim santim koparılmış bir devrimdir.”
Peki, Mustafa Kemal’in arkasındaki bir avuç ilericiler kimlermiş acaba, bakalım.
Sayfa 1350: Orman Çiftliği 1926
Atatürk – İsmet, sen olmasaydın, ben bunların hiç birini yapamazdım.
İnönü – Siz olmasaydınız ben bunların hiç birini düşünemezdim.
Devam edelim.
İsmet Paşa, Atamızın, Kurtuluş Zaferimizi, Lozan’da taçlandıracağına inandığı,güvendiği bir yoldaşıdır.
Büyük Atamızın ölümüyle birlikte, onun vasiyeti, kollektif devlet aklı ve refleksiyle, hiç tartışılmaksızın,
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığına layık görülmüş bir devlet adamıdır.
Sonra hemen arkasından gelen, bütün dünyayı sarsan, yakıp yıkan, 50 milyon kişinin ölümüne neden olan 2. Dünya Savaşı. Ülkelerin siyasetini dizayn eden, kendine tabi kılan, en büyük dış dinamik.
Buna karşın İsmet Paşa, bir karış toprak, bir can kaybetmeden, çok genç cumhuriyetimizi, bu badireden atlatmayı başarıyor.
Yani DP, tarih nezninde, halen, böyle milli ve manevi bir değer olan İsmet Paşa’ya rağmen onu devirerek, tek parti diktatörlüğüne gidecekti, öyle mi. Hadi canım siz de.
1960 ta, kuzu kuzu, erken seçime gitmek üzereydiler.
Gidemediler, 27 Mayıs CIA Darbesi oldu.
herkes uzun uzun bır seyler yazmıs. sansure ugramama ragmen yıne yazacagım. darbeler askerı olanalrda basta olmak uzere hos seyler degıldır. ıyı de degıldır. Ama amerıkanın DP hukumetı ile ımzaladıgı anlasma vardır. bunun onlarca kanıt ve belgesı nı ınternette bulabılırsınız tabı dogru sekılde kelımelerı yazarsanız.
mayıs 1960 tan evvel amerıkan DP hukumetı arasındakı anlasma metnını bulup okumanızı ve meclıste kı tartısmayı okumanızı onerırım. oradakı anlasmada. eger muttefık ulke hukumetı kendının zorda oldugunu herhangı bir tehlıke karsısında oldugunda, amerıkan hukumetı kendıne kongrede gereklı kararı aldıktan sonra yardım ısteyen hukmeete teredudtsuz yardım etme ye selahıyetlıdır. bu yeter mı.
bu arada LEVENT beye soylenecek soz yok .tamamen agızdan dolma eleştrı yapmıs. sız o gunlerı yasamadıgınız ıcın aydınları tanımadıgınız ıcın sokakları gormedıgınız ıcın bılemezsınız arastırmammısınız da. sanıyorsunuz kı o zamankı aydın kesım sımdıkının aynı, agızda pıpo kafelerde zart zurt. sadece eleştırı bılakıs tam tersı ıdı. kımbılır belkı zatı alınızda grev hakkını basın hakkın hukuk devletı terımlerını ondan sonra duydunuz. ama slogan solcusu ısenız o baska bızım solcularımız kıtap solcusudur. slogan ahkam keser. o kadar. kıskanmıs olabılırsınız.
bu değerlendirme bu kadar yüzeysel düşünen bir sol yada sağ kitle için çok lüks ve yüzde yüz gerçek.. geçenlerde alogan hoca nın sanırım bir yazısında bir gözlemimi belirtmiştim. 60 lı yılların başında en etkili kitle iletişim aracı radyo idi,yargılamalar boyunca basın bir yandan,radyo bir yandan iğrenç ötesi ve tahrik edici yayınlar yaptı. o darbeyi yapanların gerekçeleri ne idi? bunların adı bile geçmedi. hitap şekillerini,tuhaf azarlamaları,mahkeme başkanının sümenindeki kadın külodunu ülke naklen izledi ve duydu. böyle bir ilerici darbe olabilirmi? ahmet hocam benim varsayımım o ki,inönü yü çok partili sistem için zorlayıp menderesin başa geçmesini sağlayanlar daha sonra onu bir amaç için astırdılar.hemde toplumu bölecek,komşuyu komşuya düşman edecek şekilde yaptılar.daha sonrada 70 ve 80 aynı şekilde ayarlandı.biraz serinkanlı bakıldığında bu coğrafya ile yakınen ilgilenen ve osmanlı ya ilk borç siftahını yaptıran bugünde dünya bankası ve ımf ile kanka olan sempatik birilerini görüyorum ben. en son ımf dünya bankası ikilisini kemal dervişi yollarken görmüştük. bu yazınız kurulu ezberleri bozacağı için şartlanmış kesim sizi eleştirecektir. önemi yok. en başta yazdığım gibi yüzde yüz gerçek yazıdır,tarih öyle yada böyle,şu zaman yada bu zaman sizi haklı kılacaktır. saygılarımla.
27 Mayis devrimi karanlik zihinlerin saldirilarini yerle bir etmistir.Liboslar telas icinde.
Sayın Levent Ünsal;
Cumhuriyet tarihimizde İnönü’yle başlayıp, günümüze kadar olan bütün siyasi yanlışlıkları ve ihânetleri gayet güzel sayıp döktükten sonra, lâfı döndürüp dolaştırarak 27 Mayıs’a getirip, 27 Mayıs’a “CIA darbesi” diyerek bütün ihaleyi ordunun üzerine yıkmak nasıl bir mantıktır?
Sayın yazar da meâlen aynı şeyleri yazmış…
O zaman buyrun sizin mantığınızı ordumuz açısından devam ettirerek günümüze kadar gelelim;
– İnönü çok partili düzene geçti, “ayaklar baş oldu (çok doğru)”, sonra baş olan bu ayaklar Kore’ye asker gönderdi, Türkiye’yi NATO’ya soktu. Bir anda ordumuz Amerikancı oldu ve Allahın işine bakın ki bu “Amerikancı ordumuz”, Türkiye’yi Amerika’nın kucağına oturtan “Amerikancı” Demokrat Partiye “Amerikancı “CIA” darbesi yaptı.
– Aynı “Amerikancı ve NATO’cu” ordumuz, 74’te Amerika başta olmak üzere, bütün NATO ülkelerini karşısına alarak Kıbrıs’a çıktı.
– Fakat aynı ordumuz 6 yıl sonra yıldırım hızıyla tekrar Amerikancı “bizim çocuklar” olup “12 Eylül darbesini” yaptılar.
– Yine Allahın işine bakın ki, bu “bizim çocuklar” 80’de Amerikancı darbeyi yapıp, bizler de ne güzel Amerikancı Amerikancı yaşarken, 28 Şubat 1997’de, bu kez de Amerika’nın “yeşil kuşak” projesinin Türkiye’deki uzantılarıyla, Amerikan vatandaşı Çiller arasındaki koalisyona -hiç de Amerikancı olmayan- “postmodern darbe” yaparak, Amerika’nın BOP projesi ortağı AKP’yi iktidara getirdiler.
– Ve son olarak, bu Amerika’nın BOP projesi ortağı AKP de, 2010 Anayasa Referandumunda, ne kadar Amerikan uşağı “kürtçü, vatansız solcu, neoliberal” varsa, “yetmez ama evet” sloganıyla peşine takıp, bu Amerikan uşaklarına “Amerikancı 12 Eylül darbesini” mahkum ettirdi.
…
Olayların bu akışı içerisinde “Amerikancı ordumuzu” denklemden çıkarırsak; Bir tek Kıbrıs’a çıkmıyoruz. Bunun dışında herşey olacağına varıyor, üstelik de bu günkü “ileri demokrasi” düzeyine muhtemelen 70’lerin başında ulaşıyoruz. :)))
Bu işte bir gariplik yok mu Levent bey?
Ayrıca, burada silahlı kuvvetlerimize dair teknik konularda “akademik bilgileriyle” uzuun uzun yorumlar döktüren bir sürü asker varken, ordumuzun “Amerikancılığına” karşı çıkmak, benim gibi askerlikle ilişkisi her Türk evladı gibi, vakti geldiğinde bir süreliğine o şerefli üniformayı taşımaktan ibaret olan birine mi kaldı?
Sizler Amerikan subayı mıydınız komutanlar? Neden birinizin sesi çıkmıyor?
sn veryansın yetkılılerı yazımın sansur edılmesının nedenı yazarınıza olan eleştırım mıı. yazıları sansur edecegınıze once yazarlarınıza cekı duzen verın. sızden boylesını beklemzdım yazıklar olsun.
sanl ıdeolojı sahıbı bu slogan solcularının mesnetsız yazılarından gına geldı artık ıstersenız bu nu da yayınlamayın.
27 Mayıs üzerine. Levent Ünsal mak.yük.müh İ.T.Ü 1973
Atatürk’ün de denediği ve olamayacağını gördüğü, çok partili demokrasiye geçmeyebilirdik.
Atatürk döneminde SSCB ile yaptığımız ve sadece; iki ülkenin güvenliği olarak aleyhine oluşacak anlaşmalarda, bloklarda yer almama ve karşılıklı bağımsızlığa saygı temelli inşa edilmiş olan anlaşma ile bağımsız ve bloksuz bir ülke olarak yolumuza devam edebilirdik. Tekelci devlet kapitalizmini, ülke çapında yaygınlaştırarak, bölgesel eşitsizliği tamamen yok edebilirdik. Atatürk’ün dahiyane bir düşünce ile kurmaya başladığı devasa devlet üretme çiftliklerini, büyük bir hızla yurt sathında, toprak ağalarının arazilerinin burnunun dibinde kurup yaygınlaştırabilirdik. Buralarda modern proleterler olarak çalışmayı tercih edecek olan ağaların maraba kölelerini, ağaların elinden alarak, toprak devrimine ihtiyaç duymadan, ağalığın belini kırabilir ve tasfiye edebilirdik. Bu çiftliklerin eleman ihtiyacını karşılayacak Köy Enstitülerini kapatmayabilirdik. Türkiye Milli Demokratik Devrimini ve kadının ancak gerçek üretici güç olmasıyla sağlanabilecek eşitlik devrimini, sağlayabilirdik. Etnik çelişki ve milliyetçiliğin yerini, daha sağlıklı, eğitimli, donanımlı, daha kültürlü yaşama çelişkisi yani sınıf çelişkisi alabilir ve sağlıklı bir toplum ve devlet olma yolunda ilerleyebilirdik. Çok partili demokrasiye, pek çok ilerde geçebilirdik. Yani son duruşmada SSCB de böyle yapmıştı, diyemez miyiz.
Ama olmadı. Devasa, ikinci dünya savaşının, bütün dünyanın, devletlerinin siyasetini, sosyolojisini etkileyen, biçimleyen, dış dinamik etkisi sonucunda, çok partili demokrasiye geçiverdik.
ABD nin, bütün dünyaya gözdağı vermek amaçlı olarak atom bombası kullanması ile sonuçlanan böyle bir savaşın sonunda, ABD, Avrupa devletlerinin safında yer almak zorunda kalınması, anlaşılabilir bir durum olabilir. Neticede İnönü, bir Atatürk değildi ve çok partili bir düzene geçiverdik.
Geçer geçmez, Türkiye’de gerçekten ayaklar baş oldu. Ama, bu bir devrim yoluyla olmadı. Yani bu baş olma, bilinçli bir şekilde başkaldırmış olan, ezilen emekçi sınıf ve tabakaların, ezilen küçük milli sanayici
üreticilerin ve ezilen küçük üretici köylülerin, bilinçli devrimci temsilcileri yoluyla olmadı. En gerici sınıf ve tabakaların, toprak ağalarının, aşiret reislerinin, stokçu tüccarın, dini aynı şimdi olduğu gibi kendi çıkarı için kullanan, gerici hacı hocanın yurt sathında, oy deposu milletvekilleri olarak, doğrudan bizzat kendilerinin iktidara gelmeleri yoluyla oldu.
Avrupa Sanayi Devrimi öncesi aydınlanma devriminde, bilim ve felsefenin desteğini almış olan burjuvazi, bilim ve felsefe ile vefalı ilişkisi sürdürürken, Türkiye’mizde, doğal gerici sera kapitalistleri bu destek yerine köstek olmayı tercih edince, Milli Demokratik Devrimi, yani Aydınlanmayı sürdürme görevi yurtsever sosyalistlerin omuzlarına yıkılmıştı. Ve soğuk savaş ortamında, tüm Türkiye sathında, bu gerici ahalinin eline düşmüş, yurtsever sosyalistler için de, cehennem azabı başlıyordu.
Olsun, ne yapalım. Birinci meşrutiyetten beri başlayan ve şanlı kurtuluş savaşımızı yönetmesiyle taçlanan Millet Meclisi mücadelesi ile bu, çok partili sistemin de, yollarını, hatta Ankara’nın geniş bulvarları gibi dizayn ve inşa ederek bu yolda da bir parlamenter mücadele verilebilirdi.
Hiç olmazsa bu yapılabilirdi. Olmadı olamadı. 27 Mayıs CİA, darbesi oldu.
Ve bu yol da, daha inşa edilmeden, bulvarları da, dinamitlendi. Özellikle dinamitlerin tahrip gücü alabildiğine yüksek olsun diye, siyasi cinayetler işlendi. Siyasiler idam edildiler. Aynen padişahların vezirlerini iple boğdukları gibi, siyasileri iple boğdular. Aklım başıma geldiğinde, bu konudaki düşüncelerimi çevreme, “Atatürk’ün mezarında kemikleri sızlamıştır” diye açıklamıştım.
Anayasa rüşveti ile bir ucube MGK yı, Türkiye siyasetini maniple edebilecek bir organ olarak Anayasa’nın içine yerleştirdiler. Zaten ordu ve aydın ihaneti ile bu günlere gelmiştik.
Nato’ ya girdikten sonra, milli ordumuz kalmamıştı. Orada burada boy gösteren kırıntıları da balyozla ezip yok ettik. Aydınlarımız ise, 27 Mayısı çok kötü karşılamıştı. Aydınlar, siyasi cinayetlere bile sesini çıkarmadılar. Orduya koşulsuz destek verdiler. Ordunun yeniçeri ocağına dönüşmesine sebep oldular ve daha sonraki bütün darbelere zemin hazırladılar.
Bu aydın ihaneti, apayrı bir tez konusu.
Sahi. O şanlı 27 Mayıs Anayasasına ne oldu