Cem Gürdeniz
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Manşet
  4. Türk birliği ve KKTC

Türk birliği ve KKTC

featured

Cem Gürdeniz yazdı…

Cumhuriyetin onuncu yılında başkentte Ankara Palas’ta verilen baloda, Tıbbiyeden yeni mezun olmuş Doktor Zeki Bey, Cumhur Reisi Mustafa Kemal Atatürk’ün gençlerle yaptığı sohbete katılarak on yaşındaki Cumhuriyet hakkında ona üç gözlemini aktarır ve sorular sorar. Sonuncu sorusunda şöyle der: ‘’Milletlerin babadan oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız. Bunu bize açıklar mısınız Gazi hazretleri?’’ Mustafa Kemal  Atatürk şöyle cevap verir: ‘’Haklısınız Zeki Bey, söyledikleriniz doğrudur, devrimler konusunda eksiklerimiz var, ideal ele geçince ideal olmaktan çıkar. Artık o yaşanan korunan bir varlık olmuştur…Hanımlar beyler biz yenilmedik boğuşuyoruz ve boğuşa boğuşa yeneceğiz. Önemli olan budur. Yani amaç boğuşmaktan yorulmamak, yenik düşmemektir. Milletler boğuşa boğuşa ilerlerler. Yorulan umutsuzluğa düşen yenilir… Biz inanıyoruz, inandığımız şey çağdaştır, doğrudur ve yenidir. Öyleyse eskiyi, geriyi, işe yaramazı mutlaka yeneceğiz demektir. Çünkü bunun başka çaresi yoktur. Yaşamak kanunu budur! Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır. Ama bu ülküler devletler tarafından açıklanmaz. Millet tarafından yaşanır. Nasıl bakarken gözlerimizi görmüyor onunla her şeyi görüyorsak ülkü de onun gibi farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız. Mustafa Kemal Atatürk daha sonra Doktor Zeki’yi yanına alarak Ankara Palas müdürünün odasına geçer. Arkasında duvarda bir Türkiye haritası vardır. Devam eder: ‘’Benim arkamdaki haritayı görüyor musun? Orada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var onu da görüyor musun? İşte o ağırlık benim omuzlarımın üstünde olduğu için ben konuşamam… Düşün bir kere Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün bunlar vardılar ve dünyaya hükmediyorlardı. Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı? Demek ki hiçbir şey sürgit değildir. Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden ileride belki pek az bir şey kalacaktır. Devletler ve milletler bu idrakin içinde olmalıdırlar. Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var. Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından sıyrılabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun yönetiminde dil bir, inanç bir, öz bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazım. Milletler buna nasıl hazırlanırlar. Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Bugün biz bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış çok uzağa düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir. Tarih bağı kurmamız lazım. Folklor bağı kurmamız lazım. Dil bağı kurmamız lazım. Bunları kim yapacak. Elbette biz. Nasıl yapacağız. İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi onun dinine yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda. Tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi ortak bir tarih öğretimiz olması gerekir. Ortak bir mazimiz var. Bu maziyi bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık. Bizim çocuklarımız orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli. İşte bunu sağlamak için de Türkiyat Enstitüsü’nü kurduk. Kültürlerimizi bütünleştirmeye çalışıyoruz. Ama bunlar açıktan yapılmaz. Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir. Bu yaptıklarımız hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız. Ama durmadan değişen dünyada yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız.’’ (İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Avrasya Devleti, 1998, Yaylacık matbaası sayfa 29-32) 

ATATÜRK’ÜN TEZİ: DİL VE TARİHİN BİRLEŞTİRİCİLİĞİ

Atatürk’ün Doktor Zeki’ye çizdiği vizyona yani genç cumhuriyetin gelecekte Orta Asya’daki kardeşleri ile birlikteliğe erişiminin iki kurumsal temeli vardı. Dil ve Tarih. Atatürk modern ulus-devlet inşası sürecinde, tarih ve dil tezlerini ulusal kimlik oluşturmanın temel araçları olarak görüyor ve çok büyük önem veriyordu. Bu nedenle 1924 yılında Türkiyat Enstitüsünü, 1931’de Türk Tarih Kurumunu kurdu. 1925’te Etnografya Müzesi kurulma kararı alındı ve müze 1930’da açıldı. 1932’de Birinci Türk Tarih Kongresi yapıldı ve Türk tarih tezi sistematik olarak tanıtıldı. 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu ve bu yapı 1936’da Türk Dil Kurumuna dönüştü. 1935’te Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açıldı. Söz konusu kurumlar bu yüksek ülküye erişimin köşe taşlarıydı. Türkçeye sahip çıkma ve geliştirme ile milli benliğin çelikleşmesi, milletin kenetlenmesi hedefleniyordu. Türk tarih tezi ile Türk milletinin köklü bir uygarlık geçmişine sahip olduğunu bilimsel verilerle ortaya koymak ve Osmanlı’dan kalan batı karşısındaki Tanzimatçı aşağılık kompleksinden kurtulmak hedefleniyordu. Bu tezler hem milliyetçi hem de çağdaş bir yaklaşımla oluşturulmuştu. Türk milletinin tarih sahnesine sonradan çıkmadığını, çok eski çağlardan beri dünya uygarlığına katkıda bulunduğunu göstermeyi; Osmanlı’daki Arap-İslam merkezli tarih anlayışına karşı millî bir tarih bilinci oluşturmayı; Batılıların yaydığı “Türkler barbar bir göçebe millettir” anlayışını çürütmeyi ve Türklerin yalnızca Orta Asya’da değil, Orta Doğu, Anadolu, Avrupa ve Afrika’da da iz bırakmış bir millet olduğunu vurgulamayı amaçlıyordu. Bu teze göre ilk uygarlıkların kurucusu Türklerdir. Mezopotamya, Sümer, Mısır ve Anadolu medeniyetlerinde Türklerin etkisi büyüktür; Türkler Orta Asya’dan göç ederek dünya uygarlığını yaymışlardır; Türk ırkı, diğer ırklar arasında öncü ve yaratıcıdır. Türkiye’deki halkın çoğu, Orta Asya’dan gelen Türklerin torunudur; dolayısıyla Anadolu halkı etnik olarak Türk’tür. Bu tez dönemin Avrupa merkezli “ırk teorilerine” ve Anadolu’da İyonya’yı Helen yapan sahte tezlere de karşı bir duruştu. Aynı zamanda millî bir kimlik inşası sürecinin parçasıydı. Böylece Anadolu’nun “gerçek sahibinin Türkler” olduğu fikri yaygınlaştırıldı.  

TÜRK BİRLİĞİNİN LOKOMOTİFİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Atatürk içerde Türk dili ve tarihi ile coğrafyamızı milletin bilincinde kenetleyip, bu yeni enerjiyi Orta Asya’daki akrabalarımızla ileride kurulacak birlikteliğe aktarmak istiyordu. Zira bunun büyük bir ülkü olduğuna inanıyor ve savunuyordu.  Ancak gerçekçiliği asla unutmuyordu. Türkiye’nin yeni kurulduğu bir dönemde doğrudan Pan-Türkist bir politika izlemek yerine, reel politikayı esas almıştı. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi yapılar, Orta Asya Türk halklarının tarihsel ve dilsel mirasını incelemeye yönelik çalışmalarda bulunmuştur. Orta Asya’nın köken olarak sahiplenilmesi hem Türk ulusal kimliğinin hem de gelecekteki potansiyel bir kültürel birliğin temelini oluşturuyordu. Diğer yandan Sovyetlerle iyi ilişkiler kurmak Türkiye’nin güvenliği açısından öncelikliydi. Ancak bu, kültürel bağların tamamen kesildiği anlamına gelmiyordu. Atatürk özellikle kültürel ve tarihî araştırmalarla bu bağın korunmasına önem veriyordu. Kesinlikle bir gün Anadolu’nun hâkimi Batı Asya Türkleri ile Orta Asya Türklerinin buluşacağına inanıyordu. Atatürk’ün güvendiği Adalet Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt Atatürk’e atfen İnkılap Tarihi Derslerinde şöyle bir ifade kullanır: ‘’Şu kadarını belirtmeliyim ki, ben her şeyden evvel bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum böyle öleceğim. Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım.’(Mahmut Esat Bozkurt Türk İnkılap Tarihi Dersleri, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını no. 160, 1940. Sayfa 191) Atatürk’ün bu temennisine 1933 yılında bir sabah Mısır Büyükelçisi’ne, Çankaya sırtlarından doğmakta olan güneşi göstererek yaptığı anti emperyalist duruşunun çarpıcı ifadesini ekleyelim: ‘’Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak gerçekleşecektir. Bu milletler, bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, bunları yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini, milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve iş birliği çağı alacaktır’’. 

ATATÜRK SONRASI YOK OLAN TARİH VE DİL TEZİ

Atatürk’ün vefatından sonra İnönü Döneminde 1950 yılına kadar dil ve tarih projeleri, öncelikli devlet politikası olmaktan çıkarıldı. İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasında Türkiye’nin kollektif batıya yakınlaşma ve NATO üyeliği ile millî tarih anlatısı batı ekolüne uyumlandırıldı. Bu süreçte Atatürk’ün önem verdiği Orta Asya kökenli Türk tarihi yerine Yunan ve Roma merkezli Batı tarih anlayışları öne çıktı.  1946 sonrası çok partili demokrasi dönemine geçilmesi ile farklı kimliklerin ifade alanı genişledi ve bu durum Atatürk’ün gerek tarih gerekse dil üzerinden oluşturduğu milli kimlik yaratma sistematiğine çok seslilik adına büyük zarar verdi. 12 Mart 1970 askeri darbesinden sonra Türkiye’de komünizm ile mücadelede anti tez olarak Türkçülük akımları ve bunu savunan partiler öne çıkarıldı.  Zaman zaman ırkçılık temelinde propagandayı da savunan bu akımların daha sonra Türk İslam sentezi adı altında Atatürk’ün altı okunun temelini teşkil eden milliyetçilik ve laiklik prensiplerini sulandırması ülkede kutuplaşmayı artırdı. Atatürk’ün tezleri ile zıt şekilde bir nevi Amerikancı Turancılığın kapısını açtı. Türkiye’yi neoliberal ekonomi ağına çeken ve aynı zamanda Amerikan kenar kuşak jeopolitik konsolidasyonuna hizmet eden 12 Eylül 1980 darbesi sonrası küreselleşme ve çokkültürlülük kavramları Atatürk’ün tüm izlerini ortadan kaldırdı. 1980 sonrası müfredatlarda tarih ve dil tezlerinin etkisi azaldı. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi yapılar, zaman içinde Atatürk’ün tarih ve dil tezlerinden uzaklaşmanın aracına dönüştüler. Ülke genelinde ifrata kaçan Atatürk söylemine rağmen icraatta her alanda ondan uzaklaşıldı. Örneğin temel, orta ve yüksek öğretimde yabancı dil ile eğitim ve öğretimi ana dilde eğitim ve öğretime tercih eden uygulamalardan; esnaftan, büyük ticari kurum ve kuruluşlarına kadar marka ve isimlerinde mide bulandıracak düzeyde özenti yabancı terimlerin kullanılmasına ve hatta nezaket kelimelerinin dahi Türkçeden uzaklaşmasını teşvik edecek derecede kültürel yozlaşma döneminin kapıları ardına kadar açıldı. 

SOĞUK SAVAŞ SONRASI OLUŞAN BOŞLUK

Böylece 1980 sonrası devletin kendisini ABD jeopolitiğine tamamen teslim etmesi ile Atatürk’ün hayalindeki Türk Birliği hedefinden tamamen uzaklaşıldı. Diğer yandan Orta Asya’da Soğuk Savaşın 1990’da bitmesi ve önce Varşova Paktının ardından Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Atatürk’ün 1933’te işaret ettiği vizyonun ilk aşaması gerçekleşti. Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan bağımsız oldu. Bu devletlerden Azerbaycan 1992’de Türkmenistan 1999’da Latin alfabesine geçtiler. (Özbekler henüz geçiş sürecindedirler.) Bu kapsamda 1992 yılında Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), kuruldu. Kuruluşun temel amacı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye arasında sosyal, ekonomik ve kültürel iş birliğini geliştirmekti. Bu ülkelerin pazar ekonomisine geçiş süreçlerinde ihtiyaç duydukları kalkınma desteğini sağlamak da TİKA’nın öncelikli hedefleri arasında yer alıyordu. Ancak ABD hegemonyası da yeni durumu kendi lehinde kullanmak için girişimlerde bulundu. Soğuk Savaş sonrası ABD, Sovyetlerin etki altında kalan Türk Cumhuriyetlerini kendi etki alanına almak için FETÖ sistematiği içinde bu cumhuriyetlerde ve Türkiye’de muazzam bir yapılanmaya girişti. Amaç Marksizm’in geri çekilmesi sonrası oluşan boşluğu Amerikan yanlısı iyi huylu İslam’ın doldurmasıydı. CIA bölge direktörleri ve Amerikan Hariciyesi ve USAID ile uyumlu çalışan bu yapı bir kanser gibi bu ülkeleri sardı. Türkçe eğitim ve öğretimin yapılması maskesi altında kendisine yurt içinde ve dışında destek sağlayan bu yapının gerçek yüzü 15 Temmuz 2016 sonrası ortaya çıktı. Diğer yandan bu devletler bugün de FETÖ ile mücadelede farklı tablolar sergilemektedir. Örneğin Azerbaycan, Özbekistan ve Kazakistan tamamen Ankara ile uyumlu hareket ederken, diğerleri aynı seviyede mücadele sergilememektedir.  

TÜRK DEVLETLERİ TEŞKİLATI VE KKTC

2010 yılında Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev öncülüğünde kurulan Türk Keneşi (Türk Konseyi) 2021 yılında Türk Devletleri Teşkilatına (TDT) dönüştü. 30 yıl içinde yaşanan bu gelişmeler söz konusu devletlerin çok genç devlet sistemi, devlet geleneği ve bürokrasiye sahip oldukları gerçeği göz önüne alınırsa büyük bir başarıdır. Bu teşkilatın en büyük eksikliği dünyadaki tek Türk ada devleti KKTC’nin 2022 yılında oy birliği içinde gözlemci statüsünün kabul edilmiş olmasına rağmen zaman zaman TDT toplantılarına davet edilme konusunda yaşanan sıkıntılardır. Ancak bu sıkıntıların çok daha üzerinde yeni bir gelişme 3 Nisan 2025 tarihinde düzenlenen AB-Orta Asya Zirvesi’nde yaşandı.  Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan, 4. maddesinde BM Güvenlik Konseyi’nin KKTC’nin tanınmaması kararına “güçlü destek” veren Ortak Bildiri ’ye imza koydular. Diğer yandan KKTC’ye büyük bir vefasızlık içinde geçen ay içinde Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan’ın Güney Kıbrıs Rum Devletinde büyükelçilik açmaları 4 yıl önce yakalanan büyük başarıya ciddi gölge düşürdü. Ancak burada sadece bu ülkelerin değil aynı zamanda Türk Hariciyesinin ve devlet kurumlarının ciddi eksiklikleri olduğu da ortaya çıkmıştır. KKTC’nin dünyadaki tek Türk ada devleti ve Mavi Vatan’ın ayrılmaz parçası olmasının Türk dünyasına sağlayacağı katkının bu devletler tarafından algılanmadığı ancak Ankara tarafından da bu önemin anlatılamadığı ortaya çıkmıştır. Bu devletlere gücenmek ve sert eleştirilerle kendimizden uzaklaştırmak yerine yapılan hatalı hamlelerin kendileri için ne denli ters jeopolitik sonuçlar doğuracağını anlatmamız gerekir. 

YENİ JEOPOLİTİK ORTAM

Türkiye, coğrafyasının gücü üzerinden dört temel eksende küresel güç mücadelesini etkiler. Her biri ayrı kapsamda jeopolitik etki yaratan bu eksenler küresel hegemonya mücadelesinin en önemli unsuru olan kenar kuşak jeopolitiğini; dünyanın bilinen ve ispat edilmiş ham petrol ve doğal gaz rezervlerinin dörtte üçünün bulunduğu havzalara komşuluğu ve sahip olduğu alt yapı ve boru hatları nedeniyle enerji jeopolitiğini; önemli ticaret rotalarının (BRI, IMEC, NSTC, Orta Koridor, Kalkınma Yolu) kesişme ve geçiş alanlarında olduğu için Ticaret Rotaları Jeopolitiğini ve Doğu Akdeniz havzasında aynı coğrafyayı paylaştığı için İsrail Jeopolitiğini etkiler. Türkiye’nin bu özelliği küresel hegemonik mücadelede yanında olduğu güç odağı/odaklarına çarpan etkisi yaratacak sonuçlar doğurmaktadır. Bu nedenle ABD, AB ve NATO kenar kuşağın bu kritik devletini yani Türkiye’yi Rus ve Çin etki alanında görmek istemez. İsrail, Türkiye’nin kendi çıkarlarını ve güç dengesini etkileyecek şekilde güçlenmesini istemez. AB, Türkiye’nin gerek kendi başına gerekse Rusya veya Çin ile Avrupa ve çevre coğrafyasındaki çıkarlarına engel teşkil etmesine izin vermez. Rusya ve Çin, Orta Asya’da her iki devlet arasında kama gibi uzanan Türk devletlerinin Türkiye liderliğinde ABD ve AB’nin vekilleri olarak kendilerine güneyden veya kuzeyden baskı yapacak şekilde davranmasını istemez. Tüm güç merkezleri kısacası denizlere ve Kızıldeniz/Cebelitarık üzerinden okyanuslara çıkış yeteneğine sahip Türkiye’nin liderliğinde Orta Asya’daki akrabalarının kendi jeopolitik ve ekonomik çıkarlarına aykırı şekilde ortak hareket etmesini istemez. Türkiye’nin jeopolitik geleceği bu nedenle yukarıda saydığım dört alanın çekim alanlarından etkilenir. Günümüzde ABD, NATO ve AB ile birlikte Türkiye’nin güneyinde denize çıkışı olan kukla bir Kürt Devletini; Türkiye’yi karasularına sıkıştıran, karaya iten ve Mavi Vatanından 200 bin km kare alan çalan Seville Haritasını; Güney Kıbrıs Rum Yönetimi altında federasyon yapısı altında yok edilen KKTC’yi; Karadeniz’de Montreux Rejiminin sağladığı denge ve istikrar ortamının Rusya’nın çevrelenmesi için bozulmasını Türkiye’ye dayatmaktadır. Bu hedeflere erişim için Türkiye’nin Rusya ve Çin ile ilişkilerinin bozulması, Türk Dünyası ile gelişen ilişkilerinin geriletilmesi amaçlanmaktadır. Son 19 yılda Türk Hükümetlerinin İslami referanslı dış politika hataları sömürülerek çevresinde düşmanlık kuşağı yaratılması bir nevi teşvik edilmiş ve başarılı olunmuştur. İsrail, Libya, Mısır ve 2011 sonrası Suriye ile ilişkiler bu duruma tipik bir örnektir. Atlantik cephenin jeopolitik saldırılarına cevap vermede din referanslı dış politikadan vaz geçilerek çıkar odaklı politikaya geçilememiştir. Bunun bedeli 5 milyon sığınmacı, gerilemiş bir ekonomi, Türk karşıtı ekonomik ve siyasi bloklaşmalar ve askeri alanda Türkiye aleyhinde silahlanma ve tatbikat artışları ile yaşanmıştır. Benzer şekilde Müslüman Kardeşler doktrinine yakın duran iktidar partisinin yurt içi ve yurt dışındaki uygulamalarının KKTC ve diğer Türk cumhuriyetleri gibi devlet sistemi ve günlük hayatta din ve devlet işlerini ayırmada büyük hassasiyet gösteren yönetimlerde hassasiyet yarattığı da bilinen bir gerçektir. Şüphesiz Türkiye, soğuk savaş sonrası Atatürk’ün tarih ve dil tezine sahip çıkarak Kemalist iç ve dış politikaya yönelmiş olsaydı bugün Türk Birliği çoktan sağlanmış olurdu. 

MAVİ VATAN VE TÜRK DÜNYASI

Türkiye’nin 21’inci yüzyıldaki jeopolitiğinin en önemli belirleyicisinin Kemalizm’e kaçınılmaz yöneliş ile Mavi Vatan olacağını söyleyebiliriz.  Bu kapsamda Türk dünyası ile ilişkiler ve Mavi Vatanın aynı zamanda doğumuzdaki geniş Türk coğrafyasının okyanuslara çıkış alanı olmasının Anadolu’ya yüklediği sorumluluklar öne çıkmaktadır. Mavi Vatan mücadelesi devletin sürekliliği içinde zaman zaman ciddi duraksamalar olmasına rağmen halen devam etmektedir ve devam etmek mecburiyetindedir. Mavi Vatan üzerinden denizcileşme aşamasını tamamlamış bir Türkiye, Akdeniz dışındaki ilgi ve etki sahalarını genişletecektir. Bu durum sadece Türkiye için değil aynı zamanda Türk Dünyasının okyanus ve denizler üzerinden küresel buluşma ve erişme gayretlerine çarpan etkisi yaratacaktır.  Diğer yandan Türkiye’nin yani Batı Asya Türklerinin, Orta Asya Türkleri ile ulaştırma hatları üzerinden buluşmasını sağlayacak üç önemli gelişme yaşandı. Birincisi 2006 yılından bu yana Hazar petrolünü İskenderun Körfezine getiren BTC (Bakü Tiflis Ceyhan) petrol boru hattının varlığıdır. İkincisi Bakü Tiflis Kars Demiryolu; Üçüncüsü, 10 Kasım 2020 tarihinde 44 günlük bir harekât sonrası Azerbaycan Ordusu tarafından sağlanan Karabağ Zaferidir. 30 Ekim 2017 tarihinde hizmete giren Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattı ile Hazar Denizi artık Türkiye ile doğrudan bağlantılı stratejik bir alana dönüşmüştür. Hazar, böylece Türkiye’nin de ortakları arasında olduğu Çin’in Kuşak ve Yol (BRI) girişimine eklenmiştir. Diğer yandan Karabağ Bölgesinin Azerbaycan’a tekrar katılması ve özgürleştirilmesi sonrası ortaya çıkan yeni stratejik statü, Hazar Havzası ve Anadolu ile Nahcivan üzerinden doğrudan kara ve tren yolu bağlantısını sunacak şartları oluşturuyor. Bugün Gürcistan üzerinden yürüyen orta koridorda BTK (Bakü Tiflis Kars) demiryolu hattına ilaveten Zengezur koridoru gibi yeni ulaşım hatlarının devreye girmesi Türkiye’nin Orta Asya Türk Dünyası ile Hazar üzerinden doğrudan buluşma seçeneklerini geliştirecektir. Türkiye orta koridor üzerinden Orta Asya’da Türk cumhuriyetlerine artık bir adım daha yaklaşmıştır. Sosyo kültürel köprü, demir ve deniz yolu ile güçlenmiştir. Diğer taraftan Orta Koridor kapsamında yürütülen, Afganistan – Türkmenistan – Azerbaycan – Gürcistan ve Türkiye arasında transit taşımacılık koridoru (Lapis Lazuli) projesi ile, Afganistan-Türkmenistan-Hazar Denizi-Azerbaycan-Gürcistan arasında Karadeniz’deki limanlar kullanılarak Avrupa’ya kadar uzanan bir transit koridoru oluşturulması hedeflenmektedir. Bu koridor Güney Asya, Orta Asya, Balkanlar, Kafkaslar ve Avrupa’yı birbirine bağlayacaktır.  Böylece Orta Koridor, Kuşak ve Yol ile Hazar rotaları üzerinden Akdeniz ve Karadeniz’i Orta Asya ile buluşturacak alternatifler somutlaşıyor.  Artık tarihte ilk kez Orta Asya’da köklerimizin olduğu topraklarla hızlı ve yüksek kapasiteli ulaştırma çevrimiyle bütünleşme olanağı çıkmıştır. Unutulmamalıdır ki, bugün Ankara’dan doğuya yönelen, Orta Koridor rotaları üzerinde diğer bağlantılarla Türkçeye rastlayarak Pasifik kıyılarına erişilebilmektedir. Aynı durum çok daha kısa rota olmasına rağmen batıya Atlantik Okyanusu kıyılarına yönelen biri için geçerli değildir. Bu durum Orta Koridor üzerinden Orta Asya’da pek çok akraba ülkede yeni yatırımları teşvik edecektir. Deniz yolu ile demir/kara yolu arasında taşıma kapasiteleri arasında büyük farklar olsa da Hazar’ın deniz ortamı kullanılarak gerçekleştirilecek özellikle yüksek değerli yükler için tercih edilecek intermodal taşımacılık, Kazakistan ve Türkmenistan’ı doğrudan Hazar liman ve deniz ulaştırma rotaları üzerinden Türkiye’ye bağlayacaktır. Özbekistan ve Kırgızistan da dolaylı olarak bu bağlantılardan yararlanacaktır. Böylece Türk dünyası, Anadolu ve Mavi Vatan üzerinden dış dünya ile doğrudan bağlantı kurabilecektir. Benzer şekilde Pasifik kıyılarındaki dost ve kardeş ülkeler üzerinden Asya’nın içlerine bağlanmak ve burada düzenli ulaştırma hatları tesis etmek de mümkün olacaktır. Bu kapsamda Türkiye Pakistan arasındaki stratejik iş birliği dikkate alınırsa CPEC (Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru) şimdiden farklı fırsatlar sunmaktadır. Bu çerçevede Türk -İran ilişkilerinin istikrarlı ve dengeli seyri de Türkiye’nin Orta Asya ve Uzak Asya’ya bağlantısında önemli rol oynamaktadır.  Şüphe yok ki Türkiye eşsiz birleştirici coğrafyası, gelişmiş hizmet sektörü ve alt yapısı ile Asya ile Avrupa ve Atlantik arasında en etkin lojistik merkez olmaya adaydır.  Denizciliğimizin kalkınması ve gerek liman, demiryolu, kara yolu entegrasyonu gerekse gelişmiş bir deniz ticaret filosunun tesisi ve idamesi bu süreçte olmazsa olmazdır. Bu çerçevede Anadolu yarımadasında dünyanın en önemli konteyner hub (merkez) limanlarından en azından birine sahip olmamız hedeflenmelidir. 2023 yılında dünyanın en yoğun 100 konteyner limanı içinde en üst sırada 64.lükle Ambarlı limanı yer almıştır. Diğer 3 limanımız, Kocaeli 85, Mersin 91 ve Tekirdağ 100’üncü sıradadır. Bu seviyeler çok yetersizdir. Diğer yandan UNCTAD 2023 Deniz Ticaret Raporuna göre ülkemiz konteyner taşımacılığında düzenli hat (liner) bağlantı endeksinde (connectivity) ise, 17’nciydi. 

HAZAR HAVZASI TÜRK DEVLETLERİ VE DENİZCİLEŞME

Hazar Denizinin üç Türk kıyı devleti olan Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan, Türkiye dışında Türk dünyasının denizci devlet olma kapasitesi olan üç devleti oluştururlar. Zira kıyıları ile deniz yetki alanları vardır. Doğu Akdeniz’de ise Mavi Vatanımızın en büyük güvencesi ve Türk dünyasının Doğu Akdeniz’deki tek Türk ada devleti KKTC vardır. Hazar kıyıdaşları Türk denizcilik gücünün başta donanması olmak üzere Türk tecrübe birikimi ve savunma sanayi birikiminden faydalanmalıdır. Benzer şekilde halen dünya denizlerinde de ticaret filoları ile faaliyet gösteren Kazakistan ve Azerbaycan’ın başta Akdeniz olmak üzere dünya denizlerinde Türkiye dışında sığınacak limanı KKTC’dir. Sadece Hazar kıyıdaşları değil karaya sıkışmış Özbekistan ve Kırgızistan dahil tüm Türk devletlerinin dünya okyanuslarının gerek deniz dibinde gerekse balık stoklarında hakkı vardır. Unutulmamalıdır ki devletlerin deniz yetki alanları dışında kalan açık deniz alanları tüm dünya okyanus ve deniz alanlarının %60’ını kaplayan 240 milyon km karelik bir alana denk geliyor. Belki bugün Türk dünyası bu büyük zenginliğin farkında olmayabilir. Ancak gelecek nesiller gelişen teknolojiler ve bilgi paylaşımı sonrası bu alanlara yönelecektir. Bu onların devlet olarak hakkıdır. BM Deniz Hukuku Sözleşmesi buna izin vermektedir. İşte o zaman denizdeki batı Türk’ü, denizdeki Orta Asya Türk’üne yardım edecektir. Denizdeki geleneksel denizci Rum, yeni denize çıkan Türkmen, Kazak veya Azerbaycan Türk’ü ile çıkar çatışmasına girdiğinde elini asla uzatmayacaktır. Türk akrabalarımızın deniz ve deniz jeopolitik körlüğü içinde gerek büyükelçilik açma gerekse KKTC’yi tanımama konusunda AB’ye verdikleri imzaların bilgisizlik ve tecrübesizlik nedeni ile olduğuna inanmak isteriz. Hata insana mahsustur. Ancak bazı hataların bedeli zor zamanlarda ortaya çıkar. O zor zamanlar geldiğinde Türk akrabalarımız herhalde 1955-1974 arası binlerce kadın çocuk ve yaşlı Türk’ü katletmiş Rum’dan yardım dilemeyecektir. Dostlarımız Güney Kıbrıs Rumları ile Türkiye arasında henüz bir Barış Anlaşması olmadığını ve ateşkesin yürürlükte olduğunun herhalde farkındadırlar. Türk Dışişleri ve TDT Kurmay Heyeti de herhalde yaşanan bu çifte skandaldan dersler çıkarmışlardır. Atatürk’ün yoklarla yarattığı onurlu ve itibarlı Balkan Antantı ve Sadabat Paktı döneminden, gösteriş ve göz boyamaya dayalı Türkiye Yüzyılı döneminin son derece iddialı söylemine bundan daha büyük bir hasar verilemezdi. 

(Diğer yandan Doğu Akdeniz’de Suriye rejiminin yıkılması sonrası baş döndüren gelişmeler Türkiye aleyhinde tsunamiye dönüşüyor. 9 Nisan 2025 tarihli İsrail’in Bar İlan Üniversitesinde faaliyet gösteren Begin-Sadat Stratejik araştırmalar merkezi (BESA) yayını 8 numaralı Geo-Energy Insights bülteninde Dr Elai Rettig tarafından kaleme alınan “Azerbaycan’ın İsrail Sularına Girişi Türkiye ile Yeni İhracat Rotaları Açabilir” başlıklı makaleden anlaşılan Azerbaycan petrokimya devlet firması SOCAR İsrail’in MEB’i içindeki 1 numaralı lisans sahasında İngiliz BP ile gaz sondajlarına başlıyor. Daha da öte sahadaki liderliği BP, Azerbaycan’a devrediyor. 2022’de başlatılan bu proje 7 Ekim 2023’te başlayan İsrail Gazze soykırımı sonrası durmuştu. Suriye’nin Ankara’nın da desteği ile parçalanması ve ABD, İsrail etki alanına girmesi sonrasında Azerbaycan tekrar projeye onay verdi. Bu gelişme de gerçekte iktidarın İsrail’e karşı kamuoyunda uyguladığı sert ve eleştirel politikaya rağmen gerek Kürecik Radarının ve gerekse BTC petrol boru hattı faaliyetlerinin devam etmesi gibi bir çifte standart uygulamadır. Bir millet iki devlet şiarını uygulayan Azerbaycan belli ki Türkiye’nin çifte standardından etkilenmiş.) 

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

4 Yorum

  1. 21 Nisan 2025, 14:57

    Helal olsun Cem Amiralim, şiir gibi bir özet olmuş. Ne yazık ki halk olarak gaflet ve dalalet içerisindeyiz. Umarım uyanıp yeni nesilllerle birlikte, yeni ve güzel bir Türkiye sonrasında da güzel bir dünya için adımlar atacağız.

  2. Yazıda, gelecek için doğru strateji oluşturmanın yolu gösteriliyor; Önce dününü de gününü de doğru analiz edeceksin.
    Amiralimize kapsamlı yazı için teşekkür ederim. Önemli kişiler önemli yerlerde olmalıdır!

  3. “Bir millet iki devlet ” sözde degil özde(uygulamada) güzeldir.

  4. 20 Nisan 2025, 18:25

    Her hafta 1 makale az.Böyle nitelikli bir kalemin biz okurları 7 gün halis ve vasıflı tespitlerden mahrum bırakması tasvip edilemez.Millet pusulası olmak kolay değil.

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!