Türk-İş’in başında uzun süre kalan, 12 Mart ve 12 Eylül’ü yaşamış dönemin sarı sendikacılarından Şevket Yılmaz’ın eylem ve açıklamaları ile özellikle 1982 Anayasası’nı var gücüyle desteklemesi ve daha sonra yapılan yasal düzenlemelere de ses çıkarmaması üzerine Cemal Süreya, 7 Şubat 1988 tarihli yazısında Şevket Yılmaz ile ilgili: “Üç oğlu iki kızı bir de böyle bir ayıbı var.” demiştir.
Cemal Süreya bugün aramızda olsaydı sonsuza dek uzayıp giden ayıplarımızı saymaktan yorgun düşer, sırayı “kimin kaç oğlu kaç kızı var”a bile getiremezdi herhalde! Onun için bu yazıdan yaklaşık iki yıl sonra 22 Ekim 1989’da da daha fazlasına dayanamayıp aşağıdaki satırlarla “Turgut Özal’a Birlikte İntihar Önerisi” sunan Cemal Süreya, öneri sunduktan yaklaşık üç ay sonra da bizlere veda etmiştir ne yazık ki!
“Ülkemizi sizden,
Sizi de kendi özel sıkıntılarınızdan
Kurtarmak için
Arkadaşım Muzaffer Buyrukçu’yla
Bir önerimiz var:
İntihar etmelisiniz!
Ben ve Buyrukçu bu konuda
Dostça omuz veriyoruz size.
Gelin, halkın önünde,
Üçümüz birlikte intihar edelim.
Yer: Kadıköy eski iskelesinin önü,
Gününü ve saatini siz saptayın.
Ülkemiz sizden kurtulsun,
Biz de bir işe yaramış olalım.”
Bizler bugün böyle bir teklifte bulunmaya kalksak intihar önerisinde bulunacağımız kişilerin isimlerini yazmaya ömrümüz yetmez, listeler çarşaf çarçaf uzar gider, sadece Kadıköy eski iskelesi değil memleketin tüm iskeleleri tıklım tıklım dolar, tarih ise bunu bir milletin toplu cinnet ve intiharı diye yazar herhalde!
Bugün kimi kimden kurtaralım, kime intihar önerisinde bulunalım, kimin hangi bir ayıbından söz edelim? Diğerlerini bir yana bırakalım sadece sessiz, tepkisiz kalarak işlediğimiz
günahlar dahi boyumuzu aşmış, ilkel baltalarla hukuk, cumhuriyet lime lime edilirken herkes üç maymunu oynamış, kıyısından köşesinden de olsa herkes bir kötülüğün ortağı haline gelerek köle olmuştur!
Hepimizin gözü önünde Gladyo oyuncağı Fetö’nün talimatıyla Şemdinli iddianamesi yazdırılmış, Danıştay saldırısı yapılmış, çok sayıda cinayet işlenmiş, Ergenekon, Balyoz ve diğer kumpas davalarla Türk Ordusu teslim alınmaya çalışılmış, hakim savcılar teröristlerin ayağına götürülerek Habur’da çadır mahkemeleri kurulmuş, terörist başına övgüler düzülerek ona akil(!) adamlar heyeti seçtirilmiş, Türkiye Cumhuriyeti ifadesi devletin tabelalarından silinmiş, 2010 referandumu ile Türk Yargısı Fetö terörüne kurban edilmiş, Oslo ve Dolmabahçe görüşmelerinde emperyalistler ve teröristlerle pazarlık edilerek mutabakatlar yazılmış, şehirlerde PKK kendi mahkemelerini, mezarlıklarını kurmuş, şehitler ve şehit aileleri her fırsatta aşağılanmış, Hendek olayları yaşanmış, 15 Temmuz’da ülkenin meclisi bombalanmış, buna rağmen ne kadar yasa dışı tarikat, cemaat varsa devleti parsel parsel bölerek bakanlıklara çöreklenmiş, son on beş yirmi yılda demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinde olmaması gereken ne varsa yaşanmış, çok sayıda insanın hayatına mal olan ve telafisi mümkün olmayan olaylar ülkemizi bu zor günlere sürüklemiştir.
Tüm bunlar yaşanırken ve bugün olduğu gibi üç beş cılız ses dışında, yargı mensupları, hukuk fakülteleri, sivil toplum örgütleri, akademisyenler, kendine aydın diyenler, satılık ekranlar susarken rahmetle andığımız Yarbay Ali Tatar son mektubuna: “… Belki benim ölümüm bu durumda olan başkalarının aydınlığa çıkışına bir ışık olur. Boşu boşuna ölmemiş olurum… Hukuksuzluk sürecine hukuk adına saygı gösterilemez. Bu şekilde giderseniz ne yönetecek bir ordu, ne yaşayacak bir cumhuriyet ne de bir ülke bulamayacaksınız. Şunu bilin ki, en küçük suçu ve günahı olmayan ben, bu yapılan hukuksuzluğa isyan ve bu karanlığa bir nebze ışık olabilmek için hayatıma son veriyorum…” yazarak vatanın, hepimizin haysiyetini kurtarabilmek, bir yol açabilmek için kendi canını feda etmiştir…
Bunca hukuksuzluktan, rezillikten, acıdan, parçalanmışlıktan ders aldık mı pekiyi? Utanıp sorumluluk duyduk mu hiç Yarbay Ali Tatar, Necip Hablemitoğlu, Uğur Mumcu ve nice haysiyetli insan adına? Bir gün olsun haksızlığa karşı ses çıkardık mı, hayatımızdan vazgeçmeyi göze alacak kadar sevebildik mi bu ülkeyi? Tertemiz insanların bir tek nefesine layık olabildik mi, onlara ve bize bu zulümleri yaşatanlardan hesap sorabildik mi?
Bu sorulara “evet” diyebilsek keşke, ama her geçen gün öncekini aratıyor! Bir referandumla Kurtuluş Savaşı veren, milli iradeyi temsil eden, bu ülkeyi kuran Meclisimiz askıya alındı, yine bu referandumla ülkemiz bir kişinin keyfine terk edilip ona bağlı “kurullarla yönetilemez” hale getirildi! Diğer kurullar şöyle dursun Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu oluşturulup adından da anlaşılacağı üzere hukuk bile yürütmenin emrine bağlandı ve bütünüyle politika malzemesi yapıldı.
Cumhurbaşkanlığına bağlı kurul, başarılı(!) çalışmalar yürüterek her nedense adını dahi söyleyemediği Türk Milletine karşı “başkanlık (Türk tipi) sisteminin hikmetleri(!)” konusunda savunma metni yazma ihtiyacı duydu ve mükemmel(!) bir Türkçe ile yazdığı bu metni 08.05.2020 tarihinde resmi Twitter hesabından da paylaştı.
“Cumhurbaşkanının Yüzde Elliden Fazla Oyla Seçilmesinin Bazı Anlamları Üzerine” başlıklı söz konusu metnin hem kötü Türkçesine hem de hiçbir temel ve tutarlılığı bulunmayan kabul edilemez içeriğine, vicdan ve sorumluluk sahibi üç beş kişi eleştiri yöneltse de metnin içeriği şöyle dursun berbat Türkçesinden dahi rahatsızlık duyulup yedi sekiz aydır tek bir harfi değiştirilmedi. O halde bu metin orda durdukça bizim de her zaman onu eleştirme hakkımız vardır!
Bugüne dek tek bir harfine bile dokunulmayan ve hukuk adına kabul edilmesi mümkün olmayan bu metnin içeriğine göz atmadan önce, tıpkı devletin valilerinin, bakanlarının yazdığı metinlerde olduğu gibi burada da dilimizin adeta canına okunmasıyla ilgili birkaç şey söylemek zorundayız.
Dil, düşünce ve üretimin aynası, taşıyıcısıdır. Herhangi bir şeye isim koyma ve kavram yaratma hakkı her zaman onu üretene aittir. Bu sebeple ne kadar çok üretirsek o kadar çok isim ve kavrama sahip oluruz ve bu kavramlar ile isimler çoğaldıkça da düşüncemiz gelişip zenginleşir, bu da ister istemez dilimize yansır. Üretim, düşünce ve dili geliştirir, dil ise üretim ve düşünceyi. Böyle olunca hak etmedikleri makamlara talip olanların, üretmeyenlerin, çalışmayanların, alın teri dökmeyenlerin, düşünmeyenlerin dilinin de bozuk, kirli, eciş bücüş, anlamsız olması kaçınılmazdır. Unutmayalım, “adalet”, “liyakat”, “hukuk”, “samimiyet” dile de yansır, oradan da görülür. Dilinin terazisi bozuk olanların adalet ve vicdan terazisinin doğru olması beklenemez!
Şimdi gelelim bu kamuoyuna karşı durup dururken başkanlık sistemini övme ve savunma ihtiyacı duyulan metnin içeriğine! Bozuk dili ile yazım yanlışlarını düzeltmeden olduğu gibi aldığımız metinde yer alan aşağıdaki ifadeler metnin bütününü anlamamız için yeter de artar, bakın neler söylenmiş:
“… Öte yandan Türkiye’de hükümetin yüzde elliden fazla oyla seçilmesinin çok daha özgün ve derin anlamları vardır.
Türkiye toplumu çok kimlikli bir toplumdur. Bunun iki manası vardır.
Birincisi bizim toplumumuz farklı kimlik gruplarının bir bileşkesidir. Dolayısıyla her kimlik grubu ayrı özellikler taşısa da toplumun bütünlüğünün bir parçasıdır.
İkincisi ise toplumun yapı taşı olan bireylerimiz tek boyutlu ve tek kimlikli değildir. Her birey birden çok kimliğe sahip olarak çeşitli kimlik gruplarının kesişim alanlarında yer almaktadır.
Toplumumuzun bu özellikleri sosyolojik ve siyasal istikrarı korumak için her mecrada, her yapıda, her sistemde ve her yaklaşımda mutlak surette ve belirleyici bir faktör olarak hesaba katılmalıdır.
Bu hesabı yaparken önemli temel verilerden birisinin daha altını çizmek gerekir: Türkiye Toplumu ve onu oluşturan bireyler çok kimlikli olmakla birlikte başat aidiyetini tek kimlik üzerinden ifade edilmesi ihtiyacı doğduğunda hiç bir kimlik grubu tek başına toplumun çoğunluğunu oluşturmamaktadır. Yani hiç bir kimlik grubu gerek halk kesimi olarak gerekse seçmen olarak yüzde elliden fazla bir sosyolojik güce sahip değildir. Hepsinin sosyal tabanı yüzde ellinin altındadır. Bu durum adeta maruf ve meşhur bir vakıadır. Zaman zaman yapılan tüm araştırmalar da aynı sonucu vermektedir. Zaten toplumsal hayat pratiklerimiz ve çeşitliliğimiz bu olguyu her gün gözlemeye de imkan sağlamaktadır.”
Etnik, mezhep, kimlik, sayılarla kafayı bozmuş, hiçbir bilimsel temeli olmayan ve milleti yapboz parçası gibi gören bu metinde ilk göze çarpan Anayasaya da açıkça aykırı şekilde “Türk Milleti” ve “Yurttaş” demekten özellikle kaçınılması ve ısrarla “Türkiye Toplumu” ifadesinin kullanılmasıdır. Sanki Tellioğulları Seferoğulları’na karşı kabile dizisi çekiyoruz! En azından adında hukuk yazan bir kurulun böylesine ilkel bir dil kullanmasının ardına sığınmaya çalıştığı sosyolojide de kendi deyimiyle “çok daha özgün ve derin” herhangi bir karşılığı yoktur! Belki bu karşılık, bir dönem kendisine akil adam payesi de verilmiş kurul başkan vekili Mehmet Uçum’un hüsnükuruntularında, hülyalarında vardır!
Yine metin içeriğinde “Türkiye Toplumu”nun çok kimlikli olduğu ısrarla anlatılırken ne demekse “başat(baskın) aidiyetin tek kimlik üzerinden ifade edilmesi ihtiyacı doğduğunda” gibi bir ihtimale yer veriliyor!
Başat(baskın) aidiyet ne demektir, böyle bir şeyin hukuk metninde ve hukuk devletinde ifade edilme ihtiyaç ve ihtimali niye, ne zaman doğar, doğsun? Hukuk ve devlet, eğer arkada başka hesaplar yapılmıyorsa vatandaşının başat(baskın) aidiyeti ile neden ilgilenir?
Orta Çağ’da mı yaşıyoruz da devlet ve hukuk başat(baskın) aidiyete, etnik mezhebe göre dizayn edilecek, hukuk (!) metinlerine bunlar yazılacak!? Hukuka, vicdana uygun şekilde “insan” ve “yurttaş”tan söz ediyorsak çok kimlik ve başat(baskın) aidiyetin nerde karşılığı vardır?
İlla bir başat(baskın) aidiyetten söz edeceksek o zaman işi kadın erkeğe kadar götürür, bundan sonra aslında hukuki olması beklenen Anayasa metnine ülkede kaç kadın kaç erkek var hepsinin isimlerini tek tek yazarız! Amaç başat(baskın) aidiyet bahanesiyle ayırmak, bölmek değil mi? En temelden, kadın ve erkek üzerinden yapalım bu işi de olsun bitsin ve çoğulcu(!) demokrat(!) herkes huzur içinde(!) uyusun!
Aklımızla alay ediliyor, duygu, düşünce, kültür, tarih, vicdan, bir arada yaşama iradesi hiçe sayılarak koskoca ülke ve büyük bir millet lime lime edilerek hiçbir temel ve tutarlılığı bulunmayan sayısal kod ve verilerle izah edilmeye çalışılıyor! Yurttaşlar rakamdan ibaret görülerek indirgeniyor.
Ne büyük dert, hiçbir kimlik grubu yüzde ellinin üzerine çıkamıyormuş! Sanki kumar oynuyoruz! İşte tüm bunlara iki çift laf edemeyen, kumpas davaları iştahla seyreden, 2010 referandumu ile ülkenin yargısı bir terör örgütüne teslim edilirken alkışlayan ve kendini aydın, ilerici sanan 805 kişi de işi gücü bırakmış Selahattin Demirtaş ile Osman Kavala’nın hakkının peşine düşmüş! Onlara bir tavsiyede bulunalım öyleyse, bakın belki kıymetli(!) bildirinizdeki başat(baskın) hususu kurula anlatabilirseniz derdinize çare bulabilirsiniz! Yalnız anlatırken dikkat edin, kurulun yüksek diliyle ifade ettiği üzere “adeta maruf ve meşhur vakıaları” söylemekten ve gereksiz tekrarlardan kaçınınız!
Bu kadar da olmaz, ülke, kurumlar, hukuk bu kadar sahipsiz bırakılmaz demeyin, her şey gözümüzün içine baka baka yapıldı ve yapılıyor işte! O halde biz de Cemal Süreya’dan ilhamla gözlerinin içine baka baka soralım, onlar da cevabını versin! Kaç oğlunuz, kaç kızınız, kaç ayıbınız var, kimsiniz, kimi temsil ediyorsunuz, başat(baskın) amacınız ne?
Yürüdüğünüz yolun ne kadar tehlikeli olduğunu, ülkeyi nerelere sürükleyeceğini bir örnekle anlatalım, Amin Maalouf, Ölümcül Kimlilkler’de: “Bir insanın kimliği, başına buyruk aidiyetlerin birbirine eklenmeleri demek değildir, kimlik bir “yamalı bohça” değildir, gergin bir tuval üzerine çizilen bir desendir, tek bir aidiyete dokunulmaya görsün, sarsılan bütün bir kişilik olacaktır. Zaten çoğu zaman kendinizi en fazla saldırıya uğrayan aidiyetinizle tanımlamaya eğilimlisinizdir…” der.
Bizler kendimizi en fazla saldırıya uğrayan aidiyetimizle tanımlama eğilimindeysek eğer o halde düşman bizi nasıl görmek, neye indirgemek istiyorsa en çok oraya saldırır, saldırıyor ve saldıracak!
Diyelim kadın, siyah, öğretmen, İspanyol, Hristiyan, Katolik, anne, eş… özelliklerine sahip Veronica isimli biri var, ismi de dahil tüm bu özellikler bu kişide yamalı bohça değildir evet, Veronica hepsinden ibarettir, ama Veronica’nın düşmanı onu sadece Hristiyan olarak görmek istiyor, işine öyle geliyor, ne yapacak? Elbette sürekli Hristiyan aidiyetine saldıracak, düşman böyle saldırdıkça Veronica diğer tüm özelliklerinden sıyrılıp Hristiyan kimliği tüm benliğini işgal edecek ve tam da düşman için kullanışlı hale gelecek! Diğer tüm zenginliklerinden vazgeçip kendi benliğini düşmanın amaçları uğruna parçalamış bir Veronica!
Öyleyse tüm aidiyetlerimizi kapsayan, canıyla kanıyla, duygu, düşünce, iradesiyle yaşayan Türk Milleti’nin bölük pörçük edilmesi, sayıya, istatistiğe, koda, etnik, mezhebe indirgenmesi, seçime, hükümet sistemlerine kurban edilmesi düşmandan başka kimin işine yarayacak? Bu yol bizi nereye götürecek düşmanların amacından ve bölünmeden başka? Benliğimizi parçalayıp kendimizi düşmanın istediği şeye indirgemek ve ona göre tanımlamak mı politika, aydınlık, ilericilik, hukuk oluyor?
Bu maksatlı ilkellikleri reddeden ve Türk Milleti için çalışan tüm vatanseverlere yine Cemal Süreya ile seslenerek bitirelim:
“Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…”
Sayın Ünal, elinize sağlık. Bunca yıldır zaten bizleri millet olarak birleştiren her ne varsa ona saldırmıyorlar mı zaten. Bu anlayışa göre toplulukları bir araya getiren vatan, dil, tarih, kültür, tasada ve sevinçte bir arada olabilmek, ,adet örf ve geleneklerimiz. folklörümüz değil. Sadece inanç, daha özel olarak müslüman özellikle de sunni olmak. Kapitalizmin şafağında oluşmaya başlayan Ulusları ve devletleri ellerinin tersi ile kenara itip bizi daha önceki üretim ve toplum biçimine götürecekler akılları sıra.
yüreğinize sağlık
Haykırmak istediklerimizi yazmışsınız, yüreğinize sağlık. 20 yaşındayım henüz toyum ama sizlerden çok şey öğreniyorum. İyi ki böyle millici, cumhuriyetçi bir platform var. İyi ki varsınız. Umudunu kaybetmesin kimse, bizler bu ülkeyi karanlığa teslim etmeyecek olanlarız.
Sayın yazar, elinize sağlık. Bu benim kaçırdığım bir olguymuş. Beni bu konuda aydınlattınız.