Nejat Eslen yazdı…
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda başarılı bir denge politikası uygulamıştı. Bu denge politikasının amacı, Türkiye’yi savaşa sokmamaktı. O süreçte Türkiye’yi yönetenler savaşın nasıl bir felaket olduğunu bilen, birçok savaşa katılmış eski komutanlardı.
Savaştan sonra ABD, Sovyetler Birliği’ni ve Komünizmi, yayılmacı emelleri olan tehdit olarak ilan etti ve kendi liderliğinde kurduğu yenidünya düzeninde, Sovyetler Birliği tehdidini karşılamak için bu yenidünya düzeninin güvenlik kurumu olarak NATO’yu inşa etti.
Soğuk Savaş dönemi başlamıştı. Sovyetler Birliği ve Komünizm tehdidi abartılarak pompalandı. Türkiye’yi yönetenler de bu şartlarda ‘’jeopolitik tercihini’’ Atlantik yapısından yana kullandı, Türkiye, iki kutuplu dünya düzeninde NATO üyesi oldu.
O tarihlerde, Türk askerinin Kore Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık, Amerika’da, Türkler ve Türkiye için büyük bir sempatiye neden olmuştu. (Artık ABD’de Kore Savaşı’nı hatırlayan yok, sempati de yok)
Soğuk Savaş döneminde ABD, Türk ordusunu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra terhis ettiği tümenlerin teçhizatı ile teçhiz etti.
Türkiye ise Kafkaslarda ve Balkanlar’da angaje olduğu çok sayıda Sovyet ve Varşova Paktı tümeni ile önem kazandı. Türk tümenleri, Sovyetler karşısında rol alan maliyeti en düşük NATO tümenleri olarak tarihe geçti.
Ancak, ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’yı ve Japonya’yı, Kore Savaşı’ndan sonra Güney Kore’yi kalkındırdığı gibi Türkiye’yi kalkındırma çabasına girmedi. Türkiye’ye sadece kısıtlı askeri yardımlarla desteğini sürdürdü.
Özetle, Soğuk Savaş döneminde Türkiye Atlantik yapısı için maliyeti küçük, katkısı büyük bir güvenlik aygıtı gibi idi.
Soğuk Savaş ABD’nin zaferi ile sona erdi. Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı dağıldı. Artık NATO’ya da gerek kalmamıştı. Ancak, ABD’nin savunma sanayii sektörü için NATO devam etmeli, NATO’nun devamını mümkün kılabilmek için de yeni tehditler üretilmeli idi.
11 Eylül olayından sonra çok farklı bir süreç başladı. Tek kutuplu dünya düzeninin tek patronu ABD, kendi çıkarları için Avrasya’yı şekillendirmeye kalktı. Büyük Ortadoğu Projesi’ni Arap Baharı takip etti, Rusya’nın çevresindeki kritik ülkelerde renkli devrimler yapıldı, NATO doğuya doğru sürekli genişletildi.
Bu süreçte Türkiye’yi yönetenler ABD ile işbirliğine girdiler, Büyük Ortadoğu Projesi’nde rol aldılar, Arap Baharında gönüllü oldular, Yeni Osmanlıcılık, İhvancılık hayallerine daldılar.
ABD’nin yönlendirmesi ile AB bu süreçte, Türkiye’yi sanki üye yapabilirmiş gibi davrandı; Türkiye’yi Atlantik yapısına demirlemeye çalıştı.
Yeni Osmanlıcılar, ABD ile ters düştüklerinde Rusya’ya, Rusya ile ters düştüklerinde ABD’ye yanaştılar, bunun adını denge politikası koydular, savruldular, güven kaybına uğradılar, giderek yalnızlaştılar.
Yine bu süreçte, Soğuk Savaş sonrasında jeopolitik ortamın değiştiğini, NATO’nun ve Batı ittifakının Türkiye’nin çıkarları ile örtüşmediğini, hatta Batı’nın Türkiye’nin güvenliğine tehdit oluşturduğunu, Türkiye’nin ‘’jeopolitik tercihini’’ değiştirmesi, daha bağımsız politikalar izlemesi ve hatta Rusya veya Çin ile işbirliği geliştirmesi gerektiğini iddia eden Avrasyacı ve Asyacı görüşler çoğaldı. Bu görüşleri savunan askerler, kumpas davalarla hapse atıldı.
Zaman içinde, ABD’nin PKK’ya, Suriye’de PKK-YPG’ye destek vermesi, Doğu Akdeniz’de, ABD ve Fransa liderliğinde Yunanistan’a kayıtsız şartsız destek veren koalisyonun oluşması, ABD’nin Ege Denizi’nde Yunanistan’ın yanında yer alması, Dedeağacı üs haline getirmesi, Karadeniz havzasında NATO’nun Rusya’yı sıkıştırmasına destek istemesi, Montrö Sözleşmesi’ni gevşetmeye çalışması, Atlantik yapısının Türkiye için oluşturduğu güvenlik sorunlarına dönüştü.
O halde bu noktada sorulması gereken soru şudur;
İçinde bulunduğumuz şartlarda, Atlantik yapısı, Türkiye’nin güvenliğinin garantisi midir; yoksa Türkiye için güvenlik sorunları mı üretmektedir?
Türkiye-Atlantik ilişkileri bu şartlarda gelişirken, yirmi birinci yüzyılın geleceğini belirleyecek olan küresel güç mücadelesi ABD, Rusya ve Çin arasında gelişmektedir.
Kendilerini ABD tehdidi altında gören Çin ve Rusya giderek yakınlaşmakta ve ABD karşısında yeni bir blok oluşturmaktadır.
Karadeniz havzası, Tayvan, Güney Çin denizi bu mücadelenin kritik gerginlik alanlarına dönüşmüş durumdadır.
Karadeniz havzasındaki güç mücadelesi Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.
SON SÖZ:
Küresel jeopolitik çok önemli ve hızlı bir değişim içindedir.
Yeni küresel ve bölgesel jeopolitik ortam eskisinden çok farklıdır, zaman içinde daha da farklı olacaktır.
Bu değişimi anlamak şarttır.
Jeopolitik konumu nedeni ile Türkiye’nin küresel güç mücadelesinden etkilenmemesi mümkün değildir.
Günümüzde Türkiye, Atlantik yapısının içinde midir; dışında mıdır; belli değildir.
Karadeniz havzasındaki güç mücadelesi, Türkiye’yi ABD ile Rusya, Atlantik ile Avrasya arasında sıkıştırma potansiyeli taşımaktadır.
O halde, gelişen bu şartlarda Türkiye’nin jeopolitik sorunu, ‘’jeopolitik tercihi’’ ile ilgilidir denilebilir.
Türkiye istemese de bir gün yeni bir ‘’jeopolitik tercih’’ yapmak zorunda kalabilir.
Türkiye’nin, bu şartlarda Atlantik yapısının içinde kalmaya devam etmesi mi yoksa etmemesi mi daha avantajlıdır?
Yoksa Türkiye, tercihini başka bir istikamette mi yapacaktır?
İktidar ve muhalefet partileri Atlantik yapısına angaje olmuşken ve içinde bulunduğumuz şartlarda Türkiye’nin, yeni bir ‘’jeopolitik tercih’’ yapması mümkün müdür?
İç cephe güçlü duruma getirilmeden yeni bir ‘’jeopolitik tercih’’ yapılabilir mi?
Bütün bunlar, beni aşan meselelerdir.
Geç kalmadan ‘’Bağımsız Jeopolitik Araştırmalar Merkezi’’ kurulmalı, bütün bunlar tartışılmalıdır.
Maalesef Türkiye hiç olmadığı kadar Atlantik yörüngesinde. AKP’nin Atlantik ile sorun yaşıyor görüntüsü verme çabası derinden giden sıkı ilişkileri gizleyemiyor. Şu an Suriye’de bile Atlantik’in çıkarları doğrultusunda hareket ediliyor. Örneğin AKP’nin İdlib’deki varlığı, yani Suriye devletinin ve onun ortağı Rusya’nın İdlib’i cihatçılardan temizlemesine engel olması tamamen Atlantik’in gözbebeği İsrail’in çıkarlarını korumaktadır. Oysaki Türkiye Suriye devletini korumaya alsaydı ne PKKistan kurulabilirdi ne de Rusya ve ABD güney komşumuz olurdu.
Genç yetişmiş insan kaynaklarını değerlendirirsek ki bu da vatanperver siyasetçilerin yönlendirmesiyle ve desteğiyle olacaktır Türkiye, atlantik çıkmazından kurtulabilir. Teknolojiyi üretebilen ve kullanabilen yetişkin insanlarımızı istiklal mücadelesi seferberliğiyle vatanın çıkarlarını koruyacak ve gözetecek yola kanalize ettikten sonra Türkiye ab ve atlantik şeytan sarmalından çıkabilir, yoksa büyük bir felakete gidiyoruz
Not: Birçok fikir Asya birliğiyle (çin ve Rusya) ilişkiler güçlenmeli diyor ama gereken milli sanayi, jeopolitik, eğitim ve kendi üretimini yapıp geliştirmeden bunlarla ikişkilere girer isek M. Kemalden sonra batıyla girdiğimiź ikişkilerin bir tekrarı olacağı kesindir. Bir batı gider diğeri gelir.
….Böylece bölgemizde lider güç olma yolunda ilerleriz ama bu üretimle teknoloji geliştirmeyle ve en önemlisi eğitimin çağdaşlaşmasıyle olur..
Yani Tarih bize bir büyük fırsat sunmuştur ne yazıkkı Türkiyenin şansızlığı muhalefeti ve iktidarıyla berbat akılsız basiretsiz ve gaflet içinde olan siyaset bu zamana denk gelmiştir.. Tabiki bu tesadüfde değildir bunların hesaplarını yapanlar bu ortamı hazırladılar.. Evet sözümü bitirmeden, en kısa zamanda aklımızı başımıza almalıyız -tabiki bu siyasilerle bu olmaz- yoksa bırakın bir fırsatı kaybetmeyi topraklarımızdan bile olabiliriz..
Bagimsiz Jeopolitik Arastirmalar Merkezine gereksinim var Ulkemiz icin dilerim kurulur.
Atlantik ülkemizi bölecek ve geri kalanı LGBT-Netflix mensubu yapmaya çalışacak. Rusya ve Çİn ile iş birliği görmek isteyen için bir çıkıştır.
benim gördüğüm şu anki durumumuz, Osmanlı’nın çökmekte olduğu son yılları gibi.