Şahin Filiz yazdı…
Üç büyük din tarih sırasıyla anılacak olursa Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’dır. Dinler tarihi bilimi, ortaya çıkışı bakımından çok genç bir bilimdir. Dinlerin ortaya çıkışı bu bilimden daha önce olmasına rağmen, aralarındaki benzerlik ve farklılıklar, karşılaştırmalı bilimler içinde eskiden beri tartışma konusu olmuştur. Üstelik Dinler Tarihi yalnız bu üç büyük dini değil, irili-ufaklı pek çok dini, iman ve ibadet, inanç ve ritüelleri yönünden inceler, karşılaştırır. Bu tartışmalara girmeyeceğim ama şu kadarını söylemek konumuzu aydınlatmak açısından önemlidir.
Kısa yazımda yalnız bu büyük dinlerin en temel özelliğini vurgulamakla yetineceğim. Aralarında, bu yazının boyutlarını çok aşacak bir takım benzerlikler ve farklılıklar vardır. Bunlar içinde, üzerinde durmayı yeğlediğim bir ortak noktayı anmak istiyorum.
Dinler, kendi içlerinde incelendikçe, geriye doğru gidildiği zaman, her üçünün de bütün hüküm ve ilkelerini maneviyat üzerine kurdukları görülür. Başka türlü söylersek, dinlerin özü, maneviyattır; sembol, ritüel, ibadet, hukuk, siyaset ve ibadet gibi dünyaya dönük bütün pratikleri bu maneviyat üzerinde yükselir. Buna dinlerin ahlakı da diyebiliriz. Ahlak, onların tek meşru ve biricik dayanaklarıdır. Ahlakı ve maneviyatı tükenen dinler, bu pratikleri toplumsal düzeyde görünür olmaya sürdürseler de, bireylerin gönüllerindeki saltanatları tükenir, sonunda yıkılıp gider. Bir dinin gücü ve etkisi, ahlak ve maneviyatının gücüyle doğru orantılıdır. Birey düzeyinde inandırıcılığını ve etkisini ancak bu özellikleri ile yaşatabilir. Toplumsal düzlemde ise genel ahlak seviyesinin yükselmesi ancak böyle mümkün olabilir. Aksi halde toplum, maneviyatı boşlatılmış; ahlakı sökülüp atılmış, bunun sonucunda da insan aklını hiçe sayan, bilimi, çalışmayı ve üretmeyi en hafif deyimle angarya sayan siyasi ve ekonomik ritüellerle yetinmek zorunda kalacaktır. Birey ve onun vicdanı, toplumsal ritüeller karşısında önemini yitirmiş; birey hiçe sayılmış ve toplumsal-dinsel pratik ve sembollerin yarattığı örgütsel dinciliğin esiri olmuştur. Bu, gücün bireyden çıkıp toplumda yoğunlaşmasına yol açar. Dini kullanan siyasiler, bu gücü, tıpkı toplum gibi, dinsel sembolleri kullanarak toplumdan ödünç alır. Tam burada dinci faşizm doğar.
Birey yok olmuştur. Güçsüzleşmiştir. Gücünü ve özerkliğini borçlu olduğu bireysel inanç, özgürlük ve bu sayede elde ettiği maneviyatı, toplumsallaşmış ve siyasallaşmıştır. İnanan, ikna olan, hisseden, ibadet eden ve gönül bağlı olan artık kendisi değildir. Toplum ve siyaset, ondan bu ayrıcalıklarını koparıp almış; tekrar onun aleyhine bir güç ve baskı unsuru olarak ona geri döndürmüştür.
Bu sürecin en somut örneklerini Yahudilikte görürüz. Neden Yahudilik’te görürüz?
Çünkü bu üç büyük din içinde “daha az birey, daha çok toplum” vardır. Bir Yahudi’nin dindar olup olmaması değil, Yahudilerin toplum olarak “dindar olup olmaması” önemlidir. Bireysel dini tercihler değil, toplumsal tercihler ve ritüeller öne çıkar. Ahlak ve maneviyat azdır, çünkü Yahudilik sembol, ritüel ve pratiklerle yaşamaya çalışır. Böyle bir dinsel yaşam ise ancak toplumsal ve siyasal güçle varlığını sürdürebilir. Nitekim “Tanrı ile ahitleşme”, “Vadedilmiş topraklar”, “Mabet kültü” (Süleyman Mabedi), “Seçkin bir millet olma” “ Siyonizm” gibi daha burada sayamayacağımız kadar pek çok kavram, hep toplumsal dolayısıyla da siyasal sembol ve kabullerdir. Bu kabuller, birey Yahudi’yi hiçleştirir. Bireyin ahlak ve maneviyatından çok toplumun, Yahudi milletinin “ahlak ve maneviyatı” öne çıkar. Bunlar ise, bildiğimiz yalın ahlak ve maneviyat değil, yine kitlesel fenomenlerdir. Bu soyut kavramlar bile topluluk ruhuyla yaşatılır ve uygulanır. Örneğin, “On Emir”, yalnız Yahudi toplumu arasında geçerli bir dizi ahlak, maneviyat ve dinsel pratiklerden oluşur. “Komşuyu sevmek” birey için mutlak ve bağlayıcı bir ilke değildir. Bireysel olarak uygulanamaz. Yahudi birey, bu ilkeyi evrensel olarak uygulayamaz. Ancak Yahudi toplumu içinde geçerli bir ilke olduğundan, toplumsal bir uygulama ile geçerlilik kazanır. Toplum, bireyden çekip aldığı bu dinsel gücü, siyasete ve devlete devreder. O zaman işte karşınıza Yahudi Şeriat Devleti çıkar.
Çünkü maneviyat, yerini toplumsal, siyasal ve idari güce bırakmıştır. Bu toplumsal pratiklere güç devşirilen kaynak, Yahudilik’te bol bol bulunan simge ve sembollerdir. Bir dinde bunlardan ne kadar çoksa, o din, inandırıcılığını ve gücünü toplumsal ve siyasal pratiklerden almak zorunda kalır. Bu zorundalık ise o dini, “mahalli”, “yerel” ve baskıcı bir faşizme dönüştürür. Bu baskıcılık, dini bireyin manevi dünyasından çıkarıp toplumun ve siyasetin “din adına yaptırımcı dinciliğine” dönüştürür. Buna kısaca dinci faşizm diyebiliriz.
Simge ve sembolleri en yoğun olan ikinci sıradaki din, Hıristiyanlıktır. Bin bir türlü haç, haç yerleri, kilisesi, ikonografisi yani İsa’nın, Meryem‘in ve daha bir çok ruhani varlıkların heykellerle, temsillerle, resim ve rölyeflerle anlatılması Hıristiyanlığın Yahudilik’ten sonra en zengin sembollere ve ritüellere sahip ikinci din olduğuna ilişkin kanıtlardan bir kısmıdır. ‘Semboller çoğaldıkça maneviyat zayıflar’ sözünün Hıristiyanlık için de geçerli olduğunu hemen söyleyeyim. Felsefe ile olan ilişkisi ayrı bir çalışmanın konusudur ancak Avrupa düşüncesinde resim ve heykel sanatının gelişmesi büyük ölçüde Yahudilik ve Hıristiyanlığın eseridir. Leh ve aleyhte tartışılabilir bir konu olduğu için bunu başka bir yazıya bırakıyorum.
Din-maneviyat ilişkisi açısından Hıristiyanlık da, manevi olarak bireylerin dindarlık düzleminde gücünü yitirdikçe sembollere, temsillere, ikonlara sarılmıştır. 1789 Fransız devrimi bile, bu pratiklerin toplumsal ve siyasal görünürlüklerini fazla etkilememiştir. Bireysel dindarlık kalkmış, yerine “Haçlı dinciliği” bütün haşmetiyle yaşamaktadır.
Gelelim İslam dinine…
Bunlar için en az sembollere, temsillere ve dinsel pratiklere sahip olan İslam dinidir. İslam’da ağırlık bu şekiller üzerinde değil, ahlak ve maneviyat üzerinde yoğunlaşır. Doğuşu, amacı ve gelişmesi genellikle maneviyatın korunup geliştirilmesi sürecini izler. Türk sufiliği buna iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Sembolleri çok azdır: Hac, namaz, kurban, mescit… Bunlar esasen birer sembol olarak değil, bireysel ve toplumsal ibadetleri, bu ibadetler esnasında yapılan davranış kalıplarını anlatır. Hatta maneviyat için bu standart ibadet davranışları bile ikinci planda kalır: Örneğin, parası olmayan Hacca gitmek zorunda değildir. Sadece gözler ile namaz kılınabilir; rükû, secde, kıyam zorunluluktan dolayı terk edilebilir. Zekat sembol değildir; zengin olan verir. Olmayan vermez. Kurban alacak imkanı olmayan kesmek zorunda değildir.
Bakınız, en temel ibadet ve onlarla ilişkili olarak yapılması gereken davranışlar bile, maneviyat ve ahlak korunmak şartıyla, terk edilebiliyor. Örneğin, erkeklerin sünnet olması Yahudi şeriatında olmazsa olmaz bir dinsel semboldür. Ama İslam’da ne böyle bir zorunluluk, ne de bir ahlaki yükümlülük vardır. Ne var ki İslam, tarih içinde ilk iki dinden ithal edilen sembol ve temsiller yüzünden ahlak ve maneviyatı ikinci plana iten bir hüviyete büründürülmüştür.
Sarık, türban, şeriat, hilafet, sünnet (erkeklerin sünnet olması), cemaat, tarikat, çarşaf gibi sembollerin çoğaltılmasıyla İslam, ahlak ve maneviyat zaafına düşmüş bulunmaktadır. Maun Suresi, görünürde namaz kılıp da gönlünde ahlak ve maneviyattan hiçbir eser olmayan, üstelik yetim ve zayıf insanları itip kakan sembolcüleri yerden yere vurmaktadır. Hz. Muhammed, “ameller niyetlere göredir” derken, maneviyatın önceliğine ve önemine işaret etmiştir. Yine “din , nasihattir” yani öğüttür derken, aynı şeyi kastetmiştir.
İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, “İman ettik” demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?
And olsun ki biz, onlardan öncekileri de sınamıştık. Allah, elbette doğru olanları ortaya çıkaracaktır; Yine O, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır. (Ankebut, 2-3)
Bu ayetler aynı şekilde dinde maneviyatın ve ahlakın temel olduğunu belirtir. “İman etmek” ahlaklı, dürüst ve takvalı olmaktır. Gösterişler semboller ve şekillerle yapılır. Tanrı gösteriye değil, kalbe bakar. Orada maneviyat yoksa sembol ve ritüellerin değeri yoktur. ‘Tanrı katında değeri yoksa bile insanların gözünde değerliyim’ diyen bir kimse ise, münafıklar sınıfında yerini alır.
İslam dini, her davranış ve pratikte “Tanrısal rıza” arar; O’nun rızasını hedefleyen insan, toplumun da rızasını almış olur.
O’nun rızası yerine toplumun ve siyasetin rızasını gözetmek insanı ‘Tanrının palyaçosu’nu dönüştürür.
Maneviyatı olan din, maneviyatı olan bireyleri yetiştirir; bu bireyler de ahlaklı ve adaletli bir toplum oluşturur. Ahlaklı ve adaletli bir toplum ise, adil ve hakkaniyetli bir devleti yaratır. Devlet ancak adil olmakla yükümlüdür; dindar ya da dinsiz olmak gibi ne bir görevi, ne de bir yükümlülüğü vardır.
Hiçbir sembol ve şekil, Tanrı’yı razı etmez. Hiçbir sembol ve temsil, maneviyatı kovmadan parlayamaz.
Eğer bugün İslam dünyasında ilk iki dine bile rahmet okutacak kadar şekilcilik, gösteriş ve baskıcı pratikler çoğaldı ise,
Dindarlık giyim-kuşamda, ikide bir Arapça sloganik sözlerde, davulla zurnayla hac ve umre gösterilerinde, arada bir nükseden ‘şeriat isteriz” nidalarında, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’e iki de bir yapılan hayasız saldırıda ve cemaat-tarikatların insanlıktan çıkaran şekil ve uygulamalarında…aranmaya başlamışsa,
İşte o zaman, laikliğin öngördüğü maneviyatlı din yerine, laiklik karşıtı ama sekülerize edilmiş bir semboller dini ile başımız dertte demektir.
“İman ettik” diyerek gösteriş yapmak, ayette de vurgulandığı gibi, Tanrı’ya yalan söylemeye kadar varır.
Hepimiz şunu bilmeliyiz ki İslam dini, bir maneviyat dini olduğu için, siyasallaştırılamaz. Ahlak ilkeleri ayrımsız bütün insanlar için eşit ölçüde bağlayıcıdır. Kimse ne tanrı’nın yerine geçebilir, ne de O’nun sıfatlarını taşıyabilir.
Maneviyat maddiyata ne zaman dönüştü, işte o zaman din elden gider. Bir dinin ahlak ve maneviyatını boşaltmakla, bir insanın elinden ekmeğini almak arasında doğrudan bir ilişki vardır.
İlki dinin; ikincisi de yöneticinin meşruiyetini ortadan kaldırır.
“Maun Süresi: ‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla Gördün mü o, dini yalan sayanı? İşte odur yetimi itip kakan;Yoksulu doyurmayı özendirmez o. Vay haline o namaz kılanların/dua edenlerin ki, Namazlarından/dualarından gaflet içindedir onlar! Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar. Ve onlar, kamu hakkına/yardıma/zekâta/iyiliğe engel olurlar.’ Azim olan Allah ne güzel doğru söyledi.”
Yazınız için teşekkürle hocam, ne güzel açıklamışsınız.
Sayın Hocam o kadar güzel açıklamışsınız ki, varolun. Dinin özünü, aslını, esasını anlatmışsınız. Keşke yazınızı bütün gençlerimiz okusa.
Ahlak dediğimiz manevi ölçüler , Tüm tarafları da aynı ölçüde kapsıyormu dersiniz..?? Benim dediğim doğru, sen yanlışsın, Bizler akıllı , siz cahil demek… Son zamanlarda çokça rastladığımız duyumlar..
Ağzınıza sağlık sevgili Filiz bey hocam. Şekil ve sembol satan ve alan sonradan kandırıldık diyemez değil mi?