Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…
Anatomi uzmanları insan vücudunun haz-acı döngüsüne göre tepki verdiğini söyler. İnsanların büyük çoğunluğu, hatta neredeyse tümü, acıdan kaçar, uzaklaşır. İlk tepki, acıyı savuşturmaktır. İkinci aşama, hazza ulaşmaktır. Hazzı elde edemese bile öncelikle acıdan kurtulmak ister. Hazlar, tarih boyunca düşünce üreten bütün filozoflar, bilim insanları, sanatçılar, seyrek de olsa bilge siyasetçiler, örnek teşkil eden bazı din bilginleri ve benzeri erdem peşinde koşan kimselerce en az acı kadar tehlikeli görünür. Hepsinin ortak noktası, Aristoteles’in “altın orta” dediği bedensel ve zihinsel denge durumuna ulaşmaktır. Bu yolculuk son derece çetin cevizdir. Yola çıkmayı deneyen insan sayısı insanlık tarihinde isim isim sayılacak kadar da azdır. Ne var ki sayısal azlık ne hazzın ne de acının tek başına insana mutluluk bahşedemeyeceğine ilişkin genel geçer kabulün geçerliliğini ortadan kaldırmaz.
Sevinç, ilk önce acıdan sıyrılmayı gerektirir. Ancak sevinç için bu kurtuluş yeterli olmaz. Sevinç, asıl hedef olarak hazza ulaşmaya odaklanır. Sevinç bu nedenle hazzın çocuğudur; hiçbir acı, sevincin doğrusal çizgisini eğriltemez. Başka bir deyişle, sevinçte en küçük bir acıya dahi yer yoktur ki pürüzsüz bir hazzın ürünü olabilsin. Sevinmek için, her türlü irili-ufaklı acının yokluğu garanti edilir. En ufak bir acı, sevinç duygusunu yerle bir eder. Sevincin acı ihtimaline bile tahammülü yoktur. Pürüzsüz, baştan başa haz dolu, bütün acılara kapısını kapatmış olmalı ki, sevinmek mümkün olabilsin. Bu özelliği ile sevinç, tek yönlü bir duygudur. Acıya yer vermediği gibi, onun varlığını dahi kabul etmek istemez. Hayatın getirdiği her türlü gerçeğe rağmen sevinç, kişiyi “acısız” bir hazza inanmaya zorlar. Acıyı inkâr ettiği için tek yönlüdür ve bu nedenle sahibini, hayatı yarım yamalak algılamaya mahkûm eder, köleleştirir. Sevinç nesnesi ya da nedeni, art arda gelmelidir ki saman alevi gibi yanıp geçen her sevinç anına bir başkası eklenebilsin. Haz başat bir deneyim olarak benimsendiği için, acıya hiçbir imkân ve ihtimal bırakmayacak haz nesneleri ya bulunur ya yaratılır. Bunun için eğer başarılı olursa, kesik kesik sevinç anlarını birbirine ular; olamazsa, bu parçalanmayı hükmettiklerinin hayatlarına transfer eder. Hükmedilenlerin hayatlarındaki bu kesik kesik sevinçlerin arasını, onlardan devşirdiği imkanlarla birbirine uladığı kesintisiz hazlarından doğan vaatlerle doldurmaya çalışır. “Sabır”, “şükür”, “kader”, “fıtrat”, “din”, “Allah” gibi kavramlara, kesik kesik haz bahşedilen yığınlara sanal bir “süreklilik” hissi tattırmak için sıkça başvurulur. “Karnımız doyuyor”, “nefes alıyoruz”, “cadde ve sokaklarda elimiz arkamızda gezebiliyoruz”, “bir lokma bir hırka neyimize yetmez”, “daha ne isteriz ki” gibi doğrudan temel biyolojik gereksinimlerin asgari düzeyde giderildiği sanrısı, yanıp sönen haz anlarının, sözü geçen “kutsal” kavramlarla birbirine sanal olarak ulandıklarını göstermesi açısından son derece dikkat çekicidir.
Haz, acısız ancak zorlama ile var olur. Çünkü hayat, ikisinin dengesi üzerinde seyreder. Tam tersi durum, acı için de geçerlidir. Haz sevinci, acı üzüntüyü doğurur. Sürekli sevinç ya da sürekli üzüntü insanın varoluş gerçeğiyle bir arada olamaz. Ne ki aralarında önemli bir fark var: Haz/sevinç, daha çok başkalarına rağmen deneyimlenirken, acı/üzüntü insanın kendine rağmen deneyimlenir. Başka türlü söyleyeyim: Haz, hazcının başkalarına zarar vermesi pahasına aranır. Oysa acı, daha çok sahibinin kendisiyle sınırlı kalabilir. Acı sorununu başka bir yazıya bırakarak konumuza devam edelim.
Bir hazdan ve ardı ardına ulanan birden fazla hazlardan doğan sevinç, mutluluktan farklı olarak daha çok biyolojik gereksinimlere hitap ettiğinden kesik kesik, geçici, acısız, denetimsiz coşkuya iten, insanın zihinsel ve düşünsel yüksek hazlarına (Epikuros bunlara erdem hazları der) geçit vermeyen bir duygu olarak ele alındığında, kurbanlara ihtiyaç duyduğunu görürüz. Başkalarının malını mülkünü gasp etmek, cinayet işlemek, hırsızlık yapmak, ülkesini, toprağını, şeref ve namusunu haraç mezat satmak, hiçbir kutsal tanımamak, şehidine, garibine, fakir fukarasına dudak bükmek, her türlü imkan ve gücünü, elinde tuttuğu erkin devamlılığını sağlamak üzere seferber etmek ve bu suretle hazda hiçbir kesinti ihtimaline meydan vermemek için haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, liyakatsizlik, saygısızlık ve densizlik demeden her türlü kötülüğü mubah saymak, salt hazlara odaklanmış bir sevinç peşinde koşmak demektir. Birbirine uladığı hazların arasına zerre miktar acı girmesin diye hayatı, insanları, hukuku, kutsalları, erdemleri velhasıl ahlakın evrensel değerlerini gözünü kırpmadan kurban vermeye hazırdır. Kötülükte sınır, ölçü, had hudut tanımaz. Onun için bunlar kötülük değil, kendi kesintisiz hazlarına giden kutsallaştırılmış araçlardır. Kötülüğünün kutsallığını, kendinden menkul olduğunda inandırıcı olamayacağı için, dini ve milli değerlerden derlediği ezber kavram ve cümlelerden ödünç alarak ilan eder. Böylece hazlarının sürekliliği, kötülüğünün istikrarıyla beslenir.
Kötülük, görece uzun ömrünü, bu kısır döngüye borçludur. Mağdurlar, bu kısır döngünün hiç bitmeyeceğini, bitse bile, elde edilen kazanç ve kazanımın, kötünün yanına kar kalacağı inancını dogmalaştıracak kadar kesintili hazlarla oyalanıp durur. Ama iki taraftan hiçbiri halinden memnun değildir. İlki, bunu kesintisizleştirdiği hazların bitebileceği korkusuyla; ikincisi de kesintili hazlar arasına giderek daha çok acının oturmasıyla, deneyimler. Hükmedenin hazları, hükmedilenlerin hazlarına göre uzun ömürlü görünür; ancak acısız hazlar içinde yaşayan ilki, her an bunun kesintiye uğrayacağı kaygısıyla hiç de uzun ömürlü olmadığınınım farkındadır. Her hazzına, yok etmeye çalıştığı acının gölgesi düşer. İkinciler, şaşırtıcı olacak ama, ilkine göre daha şanslıdır. Onlar kesintili hazların arasına yerleşen acıları nesnel olarak tecrübe ettiklerinden, korku duvarlarını aşmaya doğru hızla yol alırlar. İlki ise bu yolun sonunun kesintisiz sandığı hazların bitişini ilan edeceği korkusu ya da gerçeğiyle yüzleşecektir. Giderek artan bu yüzleşme kaygısı ve korkusu, onu katlayarak artırdığı kötülüklere iter. İki haz arasına en ufak bir acı girmemesi için itiyat haline getirdiği kötülüğü meşrulaştırmaya girişir; hazzın ancak kendi hakkı olduğuna dair kutsal bir yasadan güç aldığına önce kendini, sonra halkı inandırmayı biricik gaye sayar.
Kötülük yaparak kötülüğü ebedi kılmak ister. Kötülükle ebedi olacağına inanmıştır. Çünkü gücü arkasına alan kötülük hem hazların sürekliliğini hem de kazancın en kolay ve en bol olanını sağlamaktadır.
“İnsanları arkadan çekiştirmeyi, yüzlerine karşı da el, kaş, göz işaretleriyle alay etmeyi âdet hâline getiren her bir kişinin vay hâline! Böylesi malı biriktirip yığar ve onu tek tek sayar durur. Malının kendisini sonsuza dek yaşatacağını zanneder.”[1]
Aristoteles, kötülükle kazanç elde etmenin çok yakın ve çok kesin olduğu sanısına kapılanlar hakkında şu satırlarla 2500 yıl öncesinden bizi uyarıyor:
“Kötülük yaparak elde edeceğiniz kazancın, büyük veya kesin veya yakın olduğunu, cezanın küçük veya belirsiz ya da uzak olduğunu sanabilirsiniz. Elde edilecek yarar, olası herhangi bir cezadan büyük de olabilir. Genel görüşe göre, despotik iktidar durumunda olduğu gibi. İşlediğiniz suçların, size sağlam kazanç getirdiğini, bunların karşılığındaki cezanınsa kötü adlarla anılmaktan başka bir şey olmadığını düşünebilirsiniz. Ya da bunun tersi bir düşünce sizi çekebilir: Suçlarını size bir miktar saygınlık getirebilir. Oysa ceza, bir para cezasına, ya da sürgüne veya bu tür bir şeye varabilir. İnsanlar bu nedenlerden ya da duygulardan herhangi biriyle başkalarına kötülük yapmaya itilebilir…o güne kadar yakalanmamış olmanız ya da cezalandırılmamış olmanız sizi kışkırtabilir…zevki hemen, acıyı ise daha sonra duyabilirsiniz; ya da kazancı hemen bulabilir, kaybı ise daha sonra yaşayabilirsiniz. Zayıf iradeli kişileri çeken de budur işte. Bunun tersine, kendilerine hâkim olan akıllı kimseler için zevk ve kazanç daha sonra gelebilir…iyi bir ününüz olması sizi cesaretlendirmiş olabilir, çünkü bu sizden kuşkulanılmasını önleyecektir. Ya da kötü bir ününüz olması da sizi cesaretlendirebilir, o zaman da ne yaparsanız yapın daha da kötüleştiremezsiniz bu ünü. “[2]
İyi ya da kötü ün, suç işlemek için kişiye, olduğundan fazla cesaret verebilir. İnsanlık tarihinde bu gerçeklik pek değişmemiştir. Her iki durumda kötülük, mağdurlara uzun, kötülere kısa gelecektir. Şöyle bir kıyas yapalım: Sağlık ve sağlıklı yaşam genel bir yasadır. Örneğin bir kimse 50-60 yıl sağlıklı yaşar. Ya da huzur ve sükûnet ile hayatını geçirir. Bunu çok uzun ve bitimsiz bir süre sanırız. Oysa bir gün, bir an, bir saniyelik zaman diliminde sağlığımız bozulur, zenginlikten yoksulluğa düşeriz. Kırk yıllık ağız tadımız, anlık bir huzursuzlukla yerle yeksan olur. Dönüp geriye baktığımızda, anlık acı, yarım asırlık sevincimizi yerle bir etmiş, sanki yaşanmamış hale getirmiştir. Şimdi düşünelim: 50-60 yıllık sağlıklı, huzurlu ya da mutlu bir hayatı birden kesintiye uğratan herhangi bir acıyla karşılaştığımızda, hangisi daha uzundur? Anlık acı mı, yoksa yarım asırlık sevinç mi? Anlık acı diyeceksiniz, çünkü o, bütün geçmiş sevinci unutturacak yaşamın öbür yüzüdür. İşte kötülükle hazları ebedileştireceğini sananlar, anlık bir felaketle, geçmiş bütün hazları silip süpüren öteki yüzle, ceza ile karşılaştıklarında hiç sevinmemiş, hiç haz deneyimlememiş gibi olacaklardır. Bu yasa, hayatı salt hazza zorlayan bütün insanlar için geçerlidir. İşte bunun için haz ve sevinç kısa ömürlüdür.
Epikuros’un felsefesinde hazlar sıradan biyolojik gereksinimlerden elde edilen acısız tatlar değildir. Onlar yüksek ahlaki erdemlerdir. İnsan en yüksek hazzı en yüksek ahlaki erdemlerden alır. Ahlaki erdemler, erdemsizliğe göre, içinde “acı”yı ya da çabayı veya emeği ne dersek diyelim, bir zorluğu barındırır. Sevinç gibi pürüzsüz, katıksız bir coşku değildir.
Atatürk, Cumhuriyet’i haz ve acı dengesini gözeterek kurdu; onun için en yüksek haz Türk milletinin kesintisiz mutluluğu idi. Sıradan hazların sevincine değil, haz ve acıyı ahlaki erdemlerle dengeleyen bitimsiz mutluluğa değer vermişti. Kötülüğün sıradanlığını ve geçiciliğini, işgalci emperyalistlere karşı verilen Kurtuluş savaşı ile tescil etmişti. Emperyalizm, işgalden haz alıyor, seviniyordu. Ama Atatürk’ün her vesile ile “Yüce Türk milleti” diye hitap ettiği bu millet, sıradan hazzı yüksek erdemlere taşıyarak, onu acı ile dengeleyerek mutluluğu elde etti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası ve yüce Türk milletinin varlığı, haz ile acıyı dengeleyebilen milli mutluluğun vazgeçilmez esaslarıdır. Ülkemize dışarıdan ve içeriden gelen saldırılardan keyif duymak, Türk kimliğine yönelik zağarca tasalluttan cesaret alıp olmadık hülyalara kapılmak, Türk milletinin binlerce yıldır acıyı hazdan daha iyi tecrübe ettiğini unutma gafletine düşmektir.
Etnikçi faşizm ile dinci cehalet (Fetö ve benzerleri) , ancak hazzın ürünüdür. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milleti ise, mutluluğun sembolüdür. İlki tarih boyunca olduğu gibi, kısa ömürlü; ikinci bitimsizdir. Çünkü hazlarla örülü kötülük, acıyla yoğrulmuş hazların karşısında duramayacak kadar zayıf ve zavallıdır.
[1] Hümeze Suresi, 1-3 Ayetler.
[2] Aristoteles, Retorik, Çev. Mehmet H. Doğan, YKY, 17. Baskı, İstanbul 2018, s. 79-80.
Teşekkürler,selam ,saygı ve sevgiler.