Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…
“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işlerine karıştırmamaya çalışıyoruz. Kasta ve fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.”[1]
Atatürk’ün, dinin millet işlerine karıştırılmasından kastı, yatay irticadır. Devlet işlerine karıştırılmasından kastı da, dikey irticadır. Bu iki eksen, ülkemizde neredeyse her dönemde varlığını sürdüren; zaman ve zemine göre renk, vurgu ve yöntem değiştiren irticanın yadsınamaz varlığının omurgasını oluşturmaktadır.
GENİŞLETİLMİŞ İRTİCA TANIMI
Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, bu devletin ve Cumhuriyetimizin kurucu iradesi olan Atatürk ilke ve inkılâplarına, egemen ve büyük toplum olan Türk milletine, onun ahlakı, maneviyatı ve değerlerine (bayrak, vatan, din ve kültürel değerler vs.), hangi gerekçeyle olursa olsun, varlığına ve istikbaline yönelik bölücü, yıkıcı, tehdit ve tahrip edici iç ya da dış kaynaklı her türlü dini, siyasi, etnik, kültürel ve ekonomik örgütlü düşünce ve faaliyetlere irtica adı verilmelidir.
Dini kullanan dinciler, Atatürk’ü kullanan ama Atatürk Cumhuriyetine bu maske altında tuzak kuran Atatürkçüler, Türk milletini ve Türklüğü yok sayan, aşağılamaya çalışan çevreler, klancı ve etnikçi (silahlı ya da silahsız) sosyal ve siyasal örgütlenmeler ikinci tip gruplara dair en açık örneklerden yalnızca bir kaçıdır. Bu tanım, saf ve sıradan dindar bireylerin devlete daha fazla yakınlaşmasını, yakınlaşan Türk halkının her türlü tehdide karşı devletinin yanında yer almasını sağlayacak ve milletleşmeyi perçinleyecektir. Türk halkı böylece devletinin, ulusal ve ahlaki değerlerine sahip çıktığını somut olarak görebilecektir.
ARAP DİN ANLAYIŞI KAYNAKLI İRTİCA
Vahhabilik adlı siyasal-dinci hareketin mimarı Muhammed b. Abdilvahhab (1703-1792) ve sosyolojik-dinci hareketin ünlü düşünürü Seyyid Kutub (1906-1966)’un ortaya koydukları selefi dinci düşünce geleneği, kendilerinden sonraki bir çok düşünürü, İslam ülkesini ve nihayet İslam düşüncesinin ve din anlayışının seyrini derinden etkilemiştir.
Ahmed b. Hanbel (ö. 855) tarafından Hanbelîlik mezhebi olarak çok önceden sistemleştirilen Selefilik geleneği, Muhammed b. Abdilvahhab’ın düşüncesinde dinsel bir doktrine dönüşerek katı ve köktenci bir kimlik kazanmıştır ve Selefiyeciliğe dönüşmüştür. Bir inanç önermesi olarak kullanılan yargılar Muhammed b. Abdilvahhab’la birlikte siyasal ve ideolojik bir hüviyete bürünerek Selefiyeciliği, daha doğrusu Suudi tarzı bir İslam anlayışını doğurmuştur. 19. yüzyıldan itibaren Selefiyecilik rasyonalist yaklaşımlarla daha modern hale getirilmeye çalışılmıştır.
İbn Suud’la birleşerek kelami kaygılarla başlayan Muhammed b. Abdilvahhab’ın Selefizm’i siyasal ve politik hedeflerle Seyyit Kutub’un sosyolojik Selefizminin temelini oluşturmuştur. Seyyit Kutub’taki selefizm, birey boyutunda değil, toplumsal boyutta ön plana çıkmaktadır. Kutub, toplumu, İslam toplumu ve Cahiliye toplumu olarak ortasından ikiye bölüp ayırmıştır. Muhammed b. Abdilvahhab’tan farklı olarak insanları toplumsal olarak mümin ya da kâfir diye yargılamakta; “Fi Zilali’l- Kur’an” adlı tefsirinde hemen bütünüyle bu ayrımını meşrulaştırıcı açıklamalar yapmaktadır. Bu da onun Selefizminin daha çok sosyolojik özellikte olduğunu; sonra hızla siyasal alanı oluşturduğunu göstermektedir.
Kutub’un sosyolojik selefizminin sosyal ve siyasal arka planının büyük bir kısmında Vahhabiliğin etkisini görürüz. Vahhabilik öz itibarıyla teolojik kökenli olsa da böylece sosyo-politik bir hareket haline gelmiştir.
Kutub’un toplum düşüncesi kendisinden sonra radikal dinci gruplar tarafından daha çok benimsenmiştir. Onun Cahiliye toplumu diye nitelendirdiği toplumlara karşı tavrı, başta Türkiye olmak üzere bütün İslam ülkelerindeki destekçilerince, yaşadıkları topraklara ve uluslarına karşı bir cihat ideolojisine dönüştürülmüştür. İlk hedef, ulus devletlerdir. Kutub’un Cahiliye’ye karşı mücadelesi ile Muhammed b. Abdilvahhab’ın bidatlerle mücadelesinin birbirine benzediğini, hatta birbirinin devamı olduğunu söyleyebiliriz. Kısa bir not düşeyim. Seyyid Kutup, bir yıl ABD’de kaldıktan sonra İslam’ı ulus devletlere karşı Cahiliye ile savaş anlamında bir cihat makinesine dönüştürmeyi başarmış; farklı ülkelerdeki Müslümanları kendi yurtlarına ve uluslarına din adına yabancılaştırdıktan sonra, düşmanlaştırmıştır.
Ülkemizde dini akım ve hareketlerin anlaşılabilmesi için Muhammed b. Abdilvahhab ve Seyyit Kutub’un düşüncelerinin ne kadar önemli olduğunu unutmamak gerekir. İlki yatay, ikincisi de dikey irticanın kaynağıdır. Çünkü ülkemizde milli birlik ve bütünlüğümüzü, Türklüğümüzü ve ulus devlet yapımızı İslam dininin rakibi ve karşıtı olarak gören ve bu ideolojisini İslam’ın temel inancı kabul eden irticai hareketlerin başta Arap kültürü olmak üzere dış kaynaklarını oluşturan Muhammed b. Abdilvahhab ve Seyyid Kutub’tur.
Bu dinci yorumun zihinsel soy kütüğünü kısaca şöyle belirteyim:
Modern İslam ya da Yenileşme: Dine dayalı etik idealin kesintisiz yeniden yorumunu öngörür
Fundamentalizm (köktencilik): Etik idealin yorumunu tamamen reddeder.
Gelenekçilik: Etik idealin yorumlanmasına, genel olarak toplumsal uzlaşmaya aykırı olmamak kaydıyla, izin verir. Gelenekçilik, modernizm ile fundamentalizm arasında bir yerdedir. Ancak gelenekçiler değişime karşıdırlar. Sünni gelenekçiliğin temel doktrini, ilk nesil İslam bilginlerinin içtihatlarını ödünsüz kabule ve takibe bağlı olan bir görevi anlatır. Buna ‘taklit’ denir.
Bugün her üç eğilim, cemaat ve tarikatlarda bir araya gelmiş olsa da, bu doktrinin sadece “Cumhuriyet düşmanlığına” odaklanmak dışında, nasıl bir dinci sürecin eseri olduklarını fark edecek, eleştirebilecek derinlikten yoksundurlar.
Sünni gelenekçilik sistematik olarak Gazali (ö. 1111) tarafından ortaya konulmuştur. Ülkemizde Gazali dini baskındır. X. Yüzyıldan itibaren gelenekçilik Sünni İslam’da başat bir eğilim olmuştur. 18. yüzyıla kadar pek çok gelenekçi içtihat kapısının kapandığına inanmıştır. [2] Laik ve özerk bir Cumhuriyet Kurumu olarak kurulan Diyanet’in ise böyle bir din politikası ve anlayışını benimsemediğine dair en ufak bir kanıt ortada yoktur.
Arap dünyasının başta İsrail olmak üzere yenilgisi, gerileyişi, çağdışı yaşam anlayışı ve aydınlanmaya kapalı oluşu nedeniyle, Türkiye’deki bu gelenekçilik teolojik ve sosyolojik Arap selefizmiyle birleşerek, bir yandan değişime direnen, diğer yandan da değişimin yolunu açan Cumhuriyet’i “değiştirmeye” çalışan siyasal dinci hareketleri ve cemaat-tarikatları yeniden yapılandırmıştır.
Devam edecek…
[1] Atatürkçülük 2, (Genel Kurmay Başkanlığı) MEBY., İst. 2001, s. 324.
[2] Bkz. Michel Hoebink, Thinking About Renewal in Islam…,ss. 23, 31, 35.
Sayın Filiz bunun izlerini tolumda çok gördük. Sistematik bir şekilde analizle daha iyi kavrıyoruz. Teşekkür ederiz.
Evet, korkarım ki “devam edecek”…