Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı
Din anlaşılmalıdır. Anlaşılmaması için elinden geleni yapanlar, dini en çok kullananlardır. Kuran’ın Türkçe okunması, ibadetlerin Türkçe yapılması tartışmalarında “zinhar küfürdür” diyenler, din adına insanların, çocukların ırzına geçenlerin çevrelerine ördükleri dinsel gizem duvarına taş taşımaktadırlar. Kısa yoldan örnek vereyim: Said-i Nursi deccali ve çömezi Fetullah’ın söyleyip yazdıklarını, başta bağlıları olmak üzere hemen hiç kimse anlayamaz. Çok mu derin ve bilgililer? Hayır, ondan değil. Cehaletin sayıklamaları, hangi dilde olsa anlaşılmaz. Bir de Farsça ve Arapça sözcükler, tamlamalar yoğun ve rastgele kullanılırsa, anlaşılmazlık düzeyi artar, keramet var sanılır. Bu gün İlahiyat çıkışlı akıllı ve bilgili gençlerimiz youtube kanallarında bu müptezellerin din diye boca ettikleri saçmalıkları çok büyük bir vukufiyetle teşhir etmektedirler. Bu vesile ile onlara teşekkür ediyorum.
Çocuk tacizi, ebeveynleri ve çocukları, İslam dinini anlamaktan aciz kılarak gerçekleşmektedir. Türkçeye düşmanlık, Türk milletine yabancılaşma ve Türk kültürünü Arap kültürüyle aşağılama, sonuçta din adına acizleştirilen insanlarımıza dinsel ve cinsel taciz olarak dönmektedir.
Kullanılan, bu yüzden yaralı ve itilmiş büyük bir toplumsal kesim var. Bu kesimi belirli bir jargonla adlandırmayacağım. Zadegan ve şanslı azınlık dışında, geriye kalan büyük çoğunluk, -farkında olsa da olmasa da- kendisinden yararlanılmak üzere avutulan yaralı ve mağdur kesimi oluşturmaktadır. Aslında bu Türk halkının büyük çoğunluğudur diyebiliriz. Sadece çocukları değil, hemen her şeyleri, istikbale umutla bakmalarına engel olan bir talihsizlikle karşı karşıyadır. Nedeni, dünün ya da bu günün siyasal koşulları ile açıklanamayacak denli çok bileşenlidir. Siyasilerin elbette bunda öyle ya da böyle veballeri yabana atılamaz. Ne var ki şu ya da bu iktidarın gelmesi ile kökten çözülecek türden sırdan bir sorun değildir.
Benim çözüm yolunda önerilerim şöyledir:
Diyanet İşleri Başkanlığı, İlahiyat Fakülteleri ve İmam- Hatipler, vakit kaybetmeksizin, halen faaliyette olan cemaat ve tarikatların etkisinden kurtarılmalıdır. Din eğitim ve öğretimini devletin gözetimi ve denetimi altında, yasal yollarla ve rasyonel olarak vermek durumunda olan bu kurumlar, Türk kültürüyle, Batı felsefesiyle daha çok tanışıklık kurabilecekleri programlarla donatılmalıdır. Her ders ve her programın mutlaka dinsel olması gerekmez. Böyle yapıldığı için din sürekli kan kaybetmektedir. Bu kurumlar, cemaat ve tarikatleri toplum nazarında gereksizleştirecek şekilde etkili ve yetkili olmalıdır.
Cemaat ve tarikatlar ya dernek ya da vakıf şemsiyesi altında kurulmuşlardır. Başka bir deyişle, kurumsal olarak laik, faaliyet olarak dinseldir. Aynı birimde çelişik bu iki özellik, onların faaliyetlerini hem ahlak-dışı hem de yasa-dışı mecraya sürüklemektedir. Kayıt dışı dinin tüm kaynak ve etki alanlarına el konulmalıdır. Sözünü ettiğim resmi dinsel kurumlar, din eğitimi ve öğretimi için yeter de artar bile.
Orta ve yüksek öğretimde Aile Kurumu ayrı bir ders, müstakil bir bilim ya da anabilim dalı olarak teşkil edilmelidir. Aile nasıl kurulur, koşulları, çerçevesi, cinsellikle ilgili konular, yararları, onu bekleyen çok çeşitli tehlikeler ve benzeri konularda konularında uzman olan kişilerden destek alınmalıdır.
Erkek ya da kız çocuğunun bedenini çok iyi tanımasını sağlayacak, yaşlarına uygun cinsel eğitim verilmelidir. Bedenini tanımayan, mahrem yerleri hakkında bir fikri olmayan çocukların nasıl ve ne şekilde tacize uğradıklarını anlamaları zordur. Ayrıca yanlış anlamalara, haksız yere suçlamalara yol açabilir. Bunun için Jinekologlar ve ürologlar bu görevi bilimsel olarak yerine getirebilirler.
Ailede ve okulda, çocuklarda soru sorma, eleştirme ve sorgulama yetilerini geliştirecek ortamlar, oyunlar, tartışabilme imkanları yaratılmalıdır. Küçük yaşta verilen din eğitimi son derece zararlıdır. Pedagojik açıdan sakıncalıdır. 4 yaşından başlayarak çocuklara belli kıyafetleri dinsel emir gibi dayatmak, din hakkında soru sormalarını, sorgulama ve eleştiride bulunmalarını sözüm ona din eğitimi adı altında ‘küfre girersin’ sopasıyla yasaklamak, çocukları her türlü istismara açık hale getiren en kritik yanlıştır.
Çocukların karşı cinsleriyle sosyal, kültürel ve sanatsal etkinliklerde bulunmasını teşvik edici önlemler alınmalı, çocuk, karşı cinsini yakından tanıma fırsatı elde etmelidir.
Çocuk, günlük yaşam pratiklerini görgü kuralları çerçevesinde kendi özgür iradesiyle kurmak imkanına kavuşur. Yaşamı bir takım mevhum yasaklar ve emirlerle kısıtlanan çocuklar, yetersiz deneyimle içine atıldıkları yaşamda aldatılmaya ve istismara açık hale gelebilirler.
Çocuklarımızın, özellikle yaşadığımız çağda başta Atatürk olmak üzere tarihimizde kendileri için rol-model olacak figürlerle tanıştırılması zorunludur. Ahlak, erdem, düşünme, sorgulama ve özgüven aşılayan rol-model figürler onların yaşamları boyunca örnek alacakları somut kahramanlar demektir. Türk ve İslam filozoflarından örneğin Farabi, İbn Sina, Yunus Emre, Ahmet Yesevi, Ahi Evren, Seyyit Nesimi, Kaygusuz Abdal bunlardan bir kaçıdır.
Mevcut aileler her konuda eğitilmeli; yeni kurulacak aileler için ehliyet, liyakat ve yetkinlik yeterliliği için kurallar belirlenmeli, öğretilmelidir. Evlilik liyakati için taraflara sertifika verilmelidir.
Din eğitim ve öğretimi, bilimsel bir iştir. Dini sadece inanç olarak değil, bir bilim olarak görmeli, eğiticiler denetlenmeli, yetkisiz ve liyakatsiz, merdiven altı dinsel faaliyetlere kesinlikle izin verilmemelidir. Din öğretimi, inancı dikte etmek değil, dini öğretmek ise, bunu bilimsel ve sistemli bir plan dahilinde gerçekleştirmelidir. Yetkisi, bilgisi ve liyakati olmayanlara kesinlikle dinsel faaliyette bulunmak yasaklanmalıdır.
Diyanet, İlahiyat Fakülteleri ve İmam-hatip liselerinin sayıları mutlaka azaltılarak nitelik nicelik tercih edilmeli; bu kurumlar oy deposu olmaktan çıkarılmalıdır.
Böyle bir açıklama, ister istemez çocuklarımızın daha fazla istismar edilmesine ve istismar edenlerin bu iğrenç saldırıları “olağan” görmesine neden olmaktadır. Kol kırılıp yen içinde kalabilir ama onur kırıldığında bunu hiçbir yen örtüp saklayamaz.
İslam dininin temeli ahlaktır. İnsan onuru, haysiyeti, şerefi ve saygınlığı İslam’a göre her türlü ibadetten, akrabalıktan ve taraftarlıktan üstündür. Kuran’da Hz. Muhammed’e hitaben, “Ve elbette sen en yüce ahlak üzeresin” (kalem Suresi, 4. Ayet) denilerek İslam’da ahlaki değerlerin vazgeçilemez olduğu vurgulanır. Ahlak, insanın ruhundaki namus ve şeref duygusudur; etik vicdanıdır. İnsanlığının biricik ölçüsüdür. Bu ölçüyü çiğneyen ya da önemsemeyen, Hz. Muhammed’in yolunda olduğunu, hatta Müslüman olduğunu iddia edemez. Ahlak çiğnenerek dindar olunamaz. Kötülükleri yapan ile yapanlara sessiz kalanlar aynı kategoridedir. İşte bu nedenle dinci muhafazakârlık ile Müslümanlık arasında yer ile gök kadar mesafe vardır.
İslam dini erkek ya da kız olsun, çocuklara yönelik her türlü cinsel veya fiziki zorbalığa, istismara kesinlikle izin vermez. Hz. Muhammed’in çocuklarına ve torunlarına nasıl özen gösterip üzerlerine titrediği herkesçe bilinir. Dinci muhafazakârlar İslam’dan ekmek çıkaramazlar. Bu yüzdendir ki dinci muhafazakârlık, İslam dininin ahlaki ilkelerini engel olarak görür. Bunu aşmak için dinin ahlaki içeriğini ortadan kaldırır. Halkın, Türk devlet geleneğine tarihsel birikimin gereği olarak saygılı olmasından yararlanarak, en insanlık dışı fiillerde bile ‘büyüklerimiz böyle diyorsa, vardır bildikleri’ gibi sorgusuz sualsiz teslimiyeti, sorgulamaya ve eleştirmeye tercih etmesi kutsal vazife imiş gibi dayatılıyor. Oysa indirilen dinde insanların “Tanrı’nın varlığına ikna etmek, neden bir ve tek olduğunu tartışmak için özellikle teşvik edildiğini” görüyoruz. Her türlü cürümü ve günahı yumuşatan ve neredeyse meşrulaştıran söylemler, Allah’ı ve Peygamberi değiştirilmiş uydurma bir dindarlığın doğal sonucu olabilir.
İdam, keskin ama etkisi kısa süren bir çözümdür. Ancak adli, sosyo-kültürel ve siyasal sonuçları, toplumsal öfke yatıştırıcılığı kadar kısa ve geçici değildir. Caydırılığı geçicidir ve belki de ters etkisi daha fazla olacaktır. Zaten yoğun bir cinsel istismar furyası, kadına, cinselliğe ve insan ilişkilerine konulan kısıtlamalar ve baskılardan kaynaklanmıyor mu? Kadına ve cinselliğe yönelik kısıt ve baskılar arttıkça, cinsel istismar furyası, farklı yollar, yöntemler bulmakta, hatta insanlık dışı yöntemleri denemektedir. İnsan yaratılışına aykırı eylem ve söylemler, aslında doğal ve meşru yaşam alanımızı gittikçe daraltarak bitmeyen ruhsal ve zihinsel bir idama benzemektedir. Yaşama yayılan bu süreçsel “idam”, bir kerelik idamdan daha korkutucu ve kışkırtıcıdır. Ben de “Bir kerelik idamdan bir şey olmaz” diyeceğim. Kadın cinayetleri, namus havariliği, mahrem-namahrem ayrımı, çocuk istismarlarına söz konusu umursamaz hatta cemaat ve tarikatlara kol kanat geren tutumlar, Türk toplumsal yaşamını süresiz idama mahkûm etmiş durumdadır.
Peki, bu istismarları önlemek için ne yapılmalıdır?
Anaokulu’ndan üniversite sıralarına kadar uzmanlar gözetiminde çocukların kendi bedenlerin tanımaları, birey olarak yetiştirilip karşı cinsle bir arada karma bir eğitim-öğretime tabi tutulmaları gerekir. Erkek-kadın ayırımı, haremlik-selamlık tarzı bir eğitim-öğretim modeli olamaz. Karşı cinsini tanımayan çocuk ve dolayısıyla yetişkin, kendini hiç tanıyamaz. Kendine yabancı olan bir çocuk, yakınlarından ve yabancılardan gelebilecek istismar tehlikelerine karşı da yabancılaşır, savunmasız kalır.
İlahiyat Fakülteleri, İmam-hatipler ve Diyanet’e ait Kuran kursları ve din eğitim kurumları dışındaki tüm dinsel kuruluşlar kapatılmalıdır. Sayılan resmi kurumlar ise sürekli denetlenmelidir.
Cemaat ve tarikatlar, vakıf ya da dernekler temelinde varlıklarını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunları, kuruldukları dernek ve vakıflar doğrultusunda sivil, dinsellikle ilgisi olmayan ve din eğitim-öğretimi yetkisi tanınmayan teknik kuruluş asıllarına döndürmelidir. Bu yapılar, sivil, laik ve sosyal örgütler olarak budanmalı; din eğitimi izni verilmemelidir. Bu yapılamıyorsa işlevsizleştirme sürecine tabi tutarak kapanma/kapatılma noktasına getirilmelidir. Bu süreçte de Türk halkının gerçeği görmesine yardım ederek onların güvenilir olmadıkları ifşa edilmelidir.
Cinsel istismar yapanları, doğrudan dini sorun ederek, cürümlerini İslam’a fatura ederek cezalandırmış olmayız. Adli takip ve ceza elbette kaçınılmaz; en ağır cezalar verilmelidir. Ancak köklü çözüm bu değildir. Daha önce de vurguladım: örgün ve yaygın eğitim-öğretim kurumlarımızda mutlaka uzmanlar nezaretinde cinsel eğitim verilmelidir. Erkek-kadın ilişkilerinde meşru alanın gayrı meşru alandan daha geniş ve vazgeçilmez olduğunu sosyal, siyasal ve kültürel olarak hem yöneticilere hem de halka anlatmak kaçınılmazdır.
İstismarcılar, haklı olarak ne denli öfke ve nefretimizi çekerse çeksinler, bu toplumun üyesidirler. Birkaç kişiden ibaret de değildirler. Yapana değil, o fiile kaynaklık eden sorunlara ve bu sorunları çok yönlü, disiplinler arası çözecek uzmanlara olan ihtiyaca odaklanmamız gerekir. Sorun, aile içi çatışma, depresyon, psikolojik rahatsızlıklar, psikiyatrik vakalar, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel etmenler ve benzerlerinden kaynaklanıyor olabilir. Bu durumu salt cehalet ya da dinci yobazlıkla açıklamak yüzeysel kalabilir.
Bu cürümleri tekrarlama eğiliminde olanları işlevsizleştirecek tıbbi, sosyal ya da kültürel yaptırımlar üzerinde de ayrıca düşünülmelidir.
Son olarak siyasi irade, cinsel istismarlara karşı her kurum ve kuruluşları ile kesin bir şekilde mücadele edeceğini, ısrarla ve vurguyla yinelemelidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı resmi sitesinde şöyle yazar: “Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 429 sayılı Kanun’da “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek” şeklinde ifade edilmiştir. Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların görevlilerinin idaresi Başkanlığa verildiği gibi tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan şeyhlerin idaresi de Başkanlığa verilmiştir. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte bunlara dair hususlar Başkanlığın görev alanından çıkarılmıştır.” (https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay//1/diyanet-isleri-baskanligi-kurulus-ve-tarihcesi Erişim Tarihi: 15.09.2020)
Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1923’de 429 sayılı kanun’da belirtildiği ve vurgulandığı üzere, “İslam dinindeki inanç ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek” amacıyla kurulmuştur. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, Diyanet İşleri’nin bu yapılarla ilgili görev alanını da ortadan kaldırmıştır. Yani, tekke, zaviye, cemaat ve tarikat yoktur, olmayan yapı ya da yapıların idaresi de söz konusu değildir. Şu halde cemaat ve tarikatlerin varlığı hem Diyanet’in varlığına, kuruluş amaçlarına hem de görev alanı olmaktan çıkmaları itibariyle fiili dinsel hizmetlere aykırıdır, her bakımdan gayrı meşrudur. Gayrı meşru kuruluşların devamı, öncelikle Diyanet’in varlık nedeniyle çatışmaktadır.
Çok teşekkürler. Sizi Veryansın tv Youtube kanalında görmüştüm unvanınızı hak eden birisiniz. Yazılarınız, anlayışınız islamı yanlış ve baskıcı anlatım sonucu gençlerin kaçtığı, sözde alimlerin terörize ettiği alandan çıkarıp gerçek felsefi derinliğine ulaştırmakta. Bu politik ve sosyal istismarcılardan fersah fersah ayrılıp çok önemli bir iş yapmaktasınız. Mücadelenize saygım büyük. Kaleminize, zihninize sağlık.