Pırıl pırıl, masmavi bir gökyüzü var dışarıda.
Antalya, sıcak günlerini özlemiş ve bugünden itibaren bu özlemi giderecek anlaşılan.
Köpeğimiz Polo, gözümün içine bakıp “Haydi artık, uyandık, çok geç olmadan dışarı çıkalım” diyor.
Tek kelime söylemeden bana neler anlatabildiğini bir bilseniz…
Polo’nun heyecanlı beklentisini uzatmamak için ayakkabılarımı giyiyorum ve kendimizi dışarı atıyoruz.
Korona günleri nedeniyle insanlarımızın büyük çoğunluğunda davranış değişikliği var. Bugün pazar, sokağa çıkma yasağı da yok ama dışarıdaki insan sayısı çok az. Halk kendi gönüllü karantinasını uygulamaya alıştı diye düşünerek yürüyoruz.
Evden biraz uzaklaşınca tahminen bir yaşındaki bebeğini bebek arabası içinde dolaşmaya çıkarmış bir anne ile karşılaşıyoruz. Anne bebeğine bir şeyler söyleyip yanımızda duruyor. Anlıyorum ki bebek Polo’ya bakacak. Biz alışkınız çocuklara. Hemen duruyor ve bebekle konuşuyoruz. Polo da bebeğin karşısında oturup patisini uzatıyor. Bebek, annesi yanında olduğu için çok mutlu ve kendini güvende hissediyor. Anne ise gururlu…
Anne ve bebeği ile vedalaşıp gezmeye devam ediyoruz.
Parklarda koşturuyoruz, yürüyoruz Polo ile…
Polo on bir yaşında. On bir yıldır ailemizin üyesi. Ya da on bir yıldır biz onun sürüsünün üyesiyiz.
Genellikle eve dönme zamanının geldiğini Polo’nun artık sağda solda yemek aramayışından anlarım. Yorulmuştur, susamıştır ve eve dönüp huzur içinde akşama kadar uyuklamak istemektedir artık. Bugün de öyle oldu.
Hızlı hızlı eve yürüdük. Apartmanın bahçe kapısını açıp Polo’yu içeri davet ettim. Binaya doğru ilerlerken Polo gerginleşti. Baktım bahçenin iki kedisi biraz ileride karşılıklı duruyorlar. Polo’yu biraz açasıya tutarak yanlarından geçmeye, bir yandan da kedileri “pissst!” diye seslenerek uzaklaştırmaya çalıştım.
Kediler bulundukları yerden bir iki adım uzaklaştılar. O da ne? Yerde yan yatmış duran bir serçe yavrusu var.
Aman Tanrım! Ne yapacağım şimdi?
Yakın olan kediyi uzaklaştırıp yavruyu avucuma aldım. Çok sık nefes alıyor. Heyecandan ölecek.
Ne yapmalıyım? Hemen eve çıkıp gereğini yaparım. Nasılsa Silivri’den biraz tecrübem var. Orada yedi metrelik bir kuyunun dibinde yaşatmaya çalışırdık serçe yavrularını ve çekirgeleri. Burada mı yapamayacağım.
Hızla merdivenleri tırmanıyorum, avucumda minicik yüreği deli gibi çarpan yavru serçe.
Kapıyı açan eşime sol elimi uzatıyorum. Avucumun içinde bir can var.
Eşim, en az yavru serçe kadar kalbi çarparak çığlık atıyor; “Bu ne!”
Serçeyi teslim ederken “Annesini kaybetmiş. Bu gün anneler günü. Sakinleştir biraz. Ben geliyorum” diyorum.
Biz Polo ile temizliğimizi yaptıktan sonra annesini kaybeden serçe ile ona annelik yapan eşime koşuyorum.
Yavru biraz sakinleşmiş gibi ama yine de yüreği çok hızlı atıyor.
Minicik serçe hafif hareketlerle ayağa kalkmaya çalışıyor ama başaramıyor.
Hay Allah! Ne yapacağız şimdi? Nasıl kurtaracağız yavruyu? Bu nasıl bir çaresizlik?
Annesi yok yanında. Annesi olsa kesinlikle gereğini yapar ve kurtarırdı yavrusunu.
Yavruyu alıp balkona çıkıyorum. Silivri’de de çatı oluklarındaki yuvalarından düşen yavru serçelere koğuşun havalandırmasında bakardık. Anne serçe havalandırma kuyusunun tepesinden yavrusunu görür beslemeye gelirdi.
Balkonda masanın üzerine bırakıyorum yavruyu. Kulağıma ağaçlarda neşe içinde uçuşan serçelerin sesleri geliyor. Bu yavrunun annesi de kesinlikle onu arıyordur. Balkonda masanın üzerinde olursa birbirlerine seslenirler. Anne gelir. Besler yavrusunu. Sonra da alır onu balkondan, hemen karşıdaki yemyeşil ağaçlara doğru pırrr…
Sesi çıkmıyor yavrunun. Annesi nereden bilecek burada olduğunu? Ne yapacağım ben şimdi?
Masanın üzerine bıraktığım yavru çok tedirgin oluyor. Bütün gücünü harcayarak avucuma gelmeye çalışıyor.
Aramızda bir bağ var artık. Hissediyorum. Beni bırakma diyor.
Yeniden avucuma alıyorum. Daha sakin şimdi. Ama ayağa kalkamıyor.
Minicik yüreğinin atışları da bir türlü yavaşlamadı.
Eşim su getiriyor. Aralık duran, kenarları henüz sapsarı minicik gagasına çay kaşığı ile bir damla su bırakıyorum. Kafasını sallıyor. Yeniden bir damla su. Yine kafasını sallıyor. Anlıyorum ki su içmeyecek.
Başını suyla ıslatıyorum. Biraz sakinleşir belki. Kolay değil, yaşamının ilk deneyiminde daha uçmayı öğrenemeden damdan düşüp iki kedinin pençeleri ile tanışmış.
Yavru serçe avucumda, minicik dokunuşlarla başını okşuyorum, göz göze bakışıyoruz. Biraz sakinleşsin, eşimin hazırladığı kutuya koyacağım. Balkonda annesine seslenecek. Annesi gelecek…
Biraz sakinleşsin. Karnını da doyururum ben onun.
Gözlerini gözlerime dikiyor yavru… Göz gözeyiz… Göz göze bakıyoruz iki can.
Birden yavrunun sesini duyuyorum. Olağanüstü güzellikteki doğaya daha da güzellik katmak istercesine bağrışan serçelere yanıt veriyor sanki.
Çok seviniyorum. Sesini duyuracak. Annesi gelecek.
Annesi gelse, ne yapacağını bilir. Kurtarır yavrusunu.
Yavru avucumda biraz daha uzanıyor ve bağırıyor; “ciik!”
Sonra bir kez daha; “ciiik!”
Sonra…
Hey ne oluyor? Yüreğinin atışları mı yavaşladı?
Hay Allah!
Artık ses de çıkarmıyor.
Hiç kıpırdamıyor.
Yoksa…
* * *
Avucumda minicik bir serçe… Ben minicik bir insan… O kıpırdamıyor… Ben kıpırdayamıyorum…
Minik serçenin o son seslenişi annesine miydi? Bilmiyorum.
Gözlerim artık onun açık olmayan minicik gözlerinde… Uzun bir süre avuçlarımdan bırakamıyorum yavruyu…
Sonra vedalaşıyorum usulca.
* * *
Bugün anneler günü.
Hiçbir çocuk annesiz kalmasın.
Anneniz varsa, zor durumda da kalsanız, o ne yapacağını bilir.
Anneniz yoksa, siz minik bir serçesiniz demektir.
Sevgiyle kalın.
Müthiş bir ifade. Sapasade. Çok yüksek bir iletim. Harika.
Anneler gününüz kutlu olsun.
Harika bir anneler gunu yazisiydi..Iste o Ana vatan, baba da devlettir…Bizde onlar olmasa bu serce yavrusu gibi kalakaliriz..Gonlunuze saglik.
Yüreğinize sağlık.