Siyasî toplumun vazgeçilmez unsurları fırtınada ürkmüş atlar gibi yön değiştirerek Atlantik-NATO istikametinde koşmaya başladılar. Bu hızlı dönüş ABD’yi bile şaşırttı. Bir gazetecinin “Türkiye ile Suriye arasında topyekûn savaştan endişeli misiniz?” sorusunu Trump duymazlıktan geldi. “Onlar İdlib konusunda savaşıyorlar” demekle yetindi. Durum yeni, adamın bir planı yok. Sayın Reis için, “Sert adam (tuff guy) fakat onunla çok iyi anlaşıyoruz,” dedi.
Saray, “Medeniyetimizin ve kültürümüzün bize gösterdiği yol zalimin başını ezmek, mazluma sahip çıkmaktır” diye kükreyerek büyük bir askerî gücü İdlib’e soktu. Hemen ardından Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar, “NATO ülkeleri, NATO, Avrupa ve dünya, bu konuya daha yakından bakmalı ve (bize) ciddi, somut destek sağlamalıdır,” dedi. “Savaşan ordunun komutanı” ve Rand Raporu’nun “anahtar muhatabı” yaralı Suriye’yi iyice ezmek için NATO’dan yardım istedi. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, “Esad rejiminin ve Rusya’nın saldırıları durmalı, Türkiye’nin yanındayız” diyerek topa girdi.
Fakat NATO’dan diplomatik bir kaynak, 17 Şubat günü Rusların resmi TASS ajansına özel bir demeç vererek, “NATO has no plans to provide military support to Turkey in Idlib” (NATO’nun İdlib’de Türkiye’ye askerî destek sağlama planı yok) diyerek Rusya’ya güvence verdi (TASS, 17.02.20). Bu arada Rusya’nın iki adet Tupolev Tu-160 ağır bombardıman uçağını her ihtimale karşı Suriye’deki Latakya hava alanına indirdiğine dair Alman basınında, M5 karayolu çevresindeki bazı Türk birliklerinin Rus askerlerinin eşliğinde çekilmekte olduğuna dair Avrupa ve Arap basınında haberler ve görseller yer aldı. Ne kadar doğrudur, bilemeyiz. Fakat siyasî iktidarın NATO’dan yardım isteyen elinin şimdilik havada kaldığını, Rusya’nın ise temkinli ama kararlı durduğunu görüyoruz.
Şimdi burada durup kendinizi İdlib kırsalında, yağmurda çamurda “rejim” güçlerine doğru top atışı yaparak bekleyen gergin bir Türk subayının yerine koyunuz. Halep’te Suriye yurttaşlarının kurtuluş şenlikleri, M5 karayolunda Suriye tankları, havada Rus savaş uçakları, çevrenizde şeriatçı HTŞ ve sakallı “Suriye Millî Ordusu” unsurları…
“Savaşın siyasî hedefi yok” deniyor. Aslında var. Siyasî iktidarın hedefi güney istikametinde bir Sünni nüfuz bölgesi edinmek, bu bölgenin nüfusunu Türkiye’yle kalıcı olarak birleştirmek; bölgeye valiler, kaymakamlar atamak, orada okullar açmak, Rusya ve İran’a rağmen ABD’yi buna razı etmektir. Suriye Ordusu’nun İdlib’i şeriatçı örgütlerden temizleme girişimi bu potansiyel hâkimiyet alanını tehlikeye attığı için orada savaşıyoruz. “Grand strateji” budur. Saray, ümmeti bu stratejide birleştirerek iktidarını sürdürebileceğini, rejimini güçlendirebileceğini düşünmektedir.
Savaşın gidişatı öngörülemez. Bütün savaşlar “perpetium mobile”dir; yani ilk hareket verildikten sonra, zorla durdurulmadığı taktirde, beklenmedik durumlara uyum sağlayarak kendi enerjisiyle yol alır. İdlib Savaşı mezhepler ve etnik gruplar çatışması olarak bütün bölgeye yayılabilir; Rusya’nın Doğu Akdeniz çıkışına dokunmadan Suriye’nin bölünmesiyle sonuçlanabilir; Türkiye’yi İran’la tehlikeli biçimde karşı karşıya getirebilir. Şimdilik ortaya çıkan “ara sonuç” şudur: Türkiye, ABD-NATO’nun Ortadoğu stratejisine kendi stratejisini eklemlemek için tehlikeli bir adım atmıştır.
Saray’ın Atlantik istikametinde depara kalkarak NATO tarafından kucaklanma beklentisi AKP kökenli Amerikancı muhalefeti kaygılandırmış olmalı ki Abdullah Gül “rolümü çalıyorlar” diye telaşlanarak devreye girdi ve start çizgisinden ileri doğru atılarak müthiş bir laf etti: “Siyasî İslâm çökmüştür.” Mesaj değeri olan önemli bir çıkış! Fakat hemen ardından, muhafazakâr insanların ulusalcı olmaya başladıklarını söyledi. Büyük tehlike! Yani Düveli Muazzama’ya diyor ki Reis’in geleceği yok; onu iktidarda tuttuğunuz her saniye ümmetimiz millî şuur kazanacak ve sonunda laik ulus-devlet eskisinden daha güçlü bir bağımsızlık azmiyle geri gelecek; kazanımlarınızı korumak istiyorsanız onu almayın, beni alın!
Colin Powell’la iki sayfa dokuz maddelik gizli anlaşmanın tarafı, Kraliçe’nin şövalyesi, “Tam demokratik parlamenter sistem” istiyor. Kürt meselesinin uluslararası bir soruna dönüştüğünü söylüyor ve bu önemli meseleyi “kendi inisiyatifimizle, yüksek insan hakları standartlarıyla halledemeyince …” artık mecburen başkalarının halledeceğini ima ediyor.
Tam da burada konuyu dağıtma pahasına Haziran Ayaklanması’na değinmek isterim. Bu hareketi kurda kuşa yem ettik. Genç Mustafa Kemal posterleri ve Türk bayraklarıyla sokağa çıkan on milyondan fazla yurtseverin mücadelesine sahip çıkacak bir siyasî kuvvet yaratamadık. Hareketi sonunda HDP’ye, Haziran Platformu gibi beyhude yapılara bağladılar, nihayet Kavala gibi işbirlikçi liberal patronları isyanın temsilcisi gibi gösterdiler. Haziran Ayaklanması’na “Beyoğlu’nun sidikli sokaklarındaki serserilerin isyanı” diyen devlet adamları bile çıktı. Büyük iç ve dış güçlerle poz vermeye çalışarak ve daima çarpıcı açıklamalar ve fevkalade isabetsiz yorumlarda bulunarak kendi temenni ve hayallerini politika olarak savunan; kitlelerden, hatta kendi küçük kitlesinden bile korkan medyatik insanların hâli bana her geçen gün biraz daha tuhaf geliyor.
Hareket öylesine sahipsiz kaldı ki Abdullah Gül bile “Gezi olaylarıyla gurur duyuyorum” diyebildi. Laiklik, tam bağımsızlık, “Hükümet istifa!” sloganlarıyla neredeyse bütün illere yayılan eylemden gurur duyuyor. İyi mi? Elbette bu gururun arkasında bir umut var. Fakat boş bir umut… Sokak hareketlenirse kendilerine iktidar yolunu açacak bir tane Atlantikçi bulamazlar, insanlar yine genç Mustafa Kemal posterleri ve bayraklarla (hepsi evlerde duruyor!), laiklik ve tam bağımsızlık talepleriyle sokağa çıkarlar.
Neyse, konuyu dağıtmayalım. Özetle, başta AKP olmak üzere parlamentodaki bütün partiler Atlantik istikametinde koşarak yarışmaya başladılar. Buna “engelli büyük Atlantik koşusu” diyoruz. AKP tökezledikçe, savaş yoluyla şovenizm ve oy patlaması arayışını sürdürdükçe, ekonomik kriz halkı canından bezdirdikçe son üç partinin bir koalisyon halinde öne geçeceği görülüyor. Yarış devam ediyor. Birinci gelene Saray’ı, içinde yeni bir anayasayla birlikte verecekler.
Bakın ben size bir şey söyleyeyim: Türkiye’nin siyasî yapısı tarihsel olarak çok zayıf; her türlü dış etkiye sonuna kadar açık. Geçmişin siyasî liderleri; Demirel, Ecevit, Erbakan bu dış etkilere direnmişler, ülkenin kısmî bağımsızlığını korumaya çalışmışlardı; haklarını teslim edelim. Fakat günümüzün fırsatçı iktidarı ve işbirlikçi muhalefet partileri böyle bir niyet ve azim taşımıyorlar.
Ülkemizin geleceği göz göre göre dışarıdan “dizayn” ediliyor, yani tasarımlanıyor, çiziliyor. Bazılarının üstünü bazılarının altını çiziyorlar, bazılarını tuzağa çekerken, bazılarını cilalayarak parlatıyorlar. Bütün diğer koşulların sabit kalması (seteris paribus) hâlinde, ülkemizin küresel sermayenin hâkimiyetinde bölünmüş/küçülmüş, millet olma vasfını kaybederek ümmete dönüşmüş, tam bağımlı bir ucuz emek cennetine dönüşeceğini görüyoruz. AKP ve düzen partilerinin varacağı yer burasıdır. Bunu herkesin görmesi lazım. Halkın son yirmi yıl içinde kendi tecrübesiyle edindiği birikime güvenmek ve siyasî partilerin belirlediği gündemi değiştirmek gerekir. Çok geç olmadan…
yalogan@gmail.com
Ben aylardır “Türkiye’nin ticaretinden, siyasetine, akademisinden bürokrasisine her yerine nüfuz etmiş Atlantikçilik’e rağmen, nasıl oluyor da Avrasyacıymış gibi bir siyasi yöneliş, görünüm, pratik mümkün olabiliyor” diye soruyordum. Bunun cevabı 1- Hesap edilip müsaade edilmiş edilmişlikten 2- Kaçınılmaz varoluşsal mecburiyetten (Bu da tamamen Atlantik cephesinin ters, iten, kovan, zorlayan tavrından kaynaklanıyor zaten) Bu şartlar altında Atlantik cephesinin bir gülüp, bir mavi boncuk verivermesi yönelişi elbette kolayca değiştiriverir. Bu gayet normal ve kolay. Burda da asıl etken, Önceki durumda Atlantik cephesinin yüz vermemesiyse, şimdi de Rusya’nın ters tavrıdır. Mesele çok basit: Rusya ve Esad Suriye’nin bütün Suriye topraklarına hâkim olması operasyonunda niçin önceliği Fırat’ın doğusuna vermiyor da İdlip’te uğraşıyor? Sonra Sizin Şeriatçı Cihadist ve Sakallı ÖSO yaklaşımınız ne kadar yerli, ne kadar Batılı farkında mısınız? Suriye’nin bütün Sünnilerini Cihatçı ve IŞİD ci potasına doldurup düşman saymak belki söylenmiyor ama fiilen yapılan bu.. Sonra sizin bu Laiklik takıntınızın toplumsal karşılığı ne kadar? Türkiye’de Şeriatçı takıntı belki yüzde 10 kadardır, ama Laikçi takıntı da kemiksiz hesap etsen belki %25 kadar.. Ama ne şeriatçılar ne de Laikçiler oturaklı ve tutarlı bir fikir sahibi değildir. Ne İslam’dan ne de Modern hayat tarzından vazgeçebilen acaba ne kadar? Cumhuriyetin en büyük hatası Laiklik gibi tarihsel sosyo-kültürel bir tabanı olmayan ve teori ve pratik ortaya konuluşu muğlak istismara açık bir kavramı dayatmış olmasıdır. Herşeyde Türkçecilik hassasiyeti gösterenler nedense Cumhuriyetin temeli saydıkları bir yaklaşımı Laiklik gibi Türkçe olmayan bir kelimeye sığdırmaya çalışmışlardır. Halbuki Laiklikten bekledikleri maslahat fayda bizim kendi tarihsel pratiğimizden, siyaset ve din pratiğimizden pekâlâ bulunabilirdi. Böylece saçma, köksüz, kimi zaman kör dövüşüne varan Laiklik tartışmalarından kurtulmuş korunmuş olurduk.. Laiklik bizim için hicbirşeydir. Hukukîlikse her şeydir. Biz başımız sıkışınca “Şeriat isteriz”. Mekanın sahibi kim?
Bu mekanın sahibi kim acaba? Türü soru soran arkadaşlara burası yeri olmamakla birlikte;şöyle sormak isterim:siz şaka mısınız?bakın; biz Cumhuriyetçiler zaten bunalmış durumdayız.Veryansın’ın bize sunduğu ve kısıtlı okuyucusu olduğunu sandığım bu platformda tam nefes alma imkanını bulduk derken, alakasız kuşatmayı burada da hissediyoruz.siz şeriat mı istiyorsunuz ne istiyorsanız allah daha çok versin..!ama biz tam bağımsızlığı savunan,laik, çağdaş,demokrasiyi benimsemiş ve hertür inanca saygılı Atatürkçüler olarak, bu ülkenin parçalanmasına ve yobazlığa müsade etmeyeceğimizi dost düşman bilsin isteriz nokta
bu yazdığınız olumsuzlukları,olumlu bulup,olan biteni antiempeyalist oluyoruz yeaa, s-400 aldık,eksen değişti yeaa ,saray türkiye gemisinde yeaa, sarayı eleştiren atlantikçidir yeaa,bizim gemide iran da var yeaa diyen arkadaşlara bu çelişkileri anlatan yazılarınız var ve sonunda haklı çıktığınız fiili bir durum var. özeleştiri yapan olurmu? olmaz. o kişiler hala medet umacak bir şeyler bakınıyordur herhalde. yönetim normal yollardan gitmemeye niyetli ise belkide onlara verilecek bir rol gibi bir şey bekliyorlardır. bu dönemin tek olumlu tarafı 50 li yıllardan beri ,60 darbesi dahil neocon operasyonlarının temel amacı olan dini ön plana çıkarmak hedefindeki din hammadesinin siyasal olarak ciddi hasar almış olmasıdır. a. gül ün siyasal islam bitmiştir sözü bir itiraf gibi..bunun yanında kaynakları kurutulmuş,liyakatı bitirilmiş bir yapının bu nüfus niteliği ile nasıl düze çıkacağı benim içinde bilinmeyen bir sorudur.siz gibi değerli aydınların düşünceleri ileride daha bir geçerli olacaktır diye umuyorum. saygılarımla.
Bu yoruma böyle cevap yetiştirmek için çok iyi bir eğitim almış olmanız gerekir. Bu milletin kimliğinden, varoluş köklerinden habersiz, slogandan öteye geçemeyen, kanun maddelerinde ve kitaplarda pek iyi gözüküp de, Türk Milletinin hayatında çok yer edip, kıvamını bulmamış, hiç bir zaman hayatiyet kazanmamış, basit sloganlar bunlar. Laik, Çağdaş Demokrasi. Ne İslamı Ne demokrasi ve Laikliği anlayıp kafa yormayan, kendi kimliğinin, hayatiyetinin, vazgeçilmez hayat köklerinin bile farkında olmayan insanlar TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE diye avunsun, kendi insanlarıyla kavga edip dursun. Bizim de bunlara karnımız tok. “Şeriat” deyince kırmızı görmüş boğaya dönmüşsünüz. Halbuki Hukukîlik de dedim. Meşruluk diyelim. Biraz saksıyı çalıştırın.
Sayın Alogan, “haziran hareketini kurda kuşa yem ettik” diyorsunuz.
Çok haklısınız ama, bence maalesef biz orada kuru kalabalıktık.
Bir işi yalandan yaptığınız zaman zaten o hiç sizin olmuyor. Nasıl “kurda kuşa yem ettiğimize” dair benim şahsi gözlemlerim şöyle;
Gezi olaylarının ilk gününde CHP’nin Kadıköy’de mitingi vardı (benden uzak olsun, beni hiç ilgilendirmez). Fakat mitinge saatler kala televizyonlardan öğrendik ki, Kılıçdaroğlu Kadıköy’deki mitingi iptal ederek Taksim’e gideceğini duyurmuş ve vatandaşları da oraya davet etmiş.
Bu çok önemli bir olay. Cumhuriyeti kuran partinin, kurumsal olarak böyle bir hareketin içinde bulunması, bir anlamda milletin makûs talihine el koyması demek. O ana kadar katılmayı aklımın ucundan bile geçirmediğim halde, böylesine tarihi değiştirebilecek bir hareketin asla dışında olmamam gerektiğini düşünerek ben de katılmaya karar verdim.
O güne dair izlenimlerim şunlardır;
Ellerinde Türk bayraklarıyla yüzbinlerce coşkulu -fakat bir o kadar da naif- bir kalabalık vardı. Teşbihte hata olmaz; Memleketteki bütün okulları tatil edip, öğrencilerin ellerine bayrakları vererek Taksim’e yürütseniz, ancak böylesine naif bir görüntü oluşurdu. Fakat bu öylesine büyük bir kalabalıktı ki, birilerinin Dolmabahçe’den Taksim’e doğru yürüyebilmesi için, aynı miktarda insanın Taksim’den ayrılması gerekiyordu. Bu yüzden Dolmabahçe’den Taksim’e yürümemiz belki iki saati buldu. Taksim’e çıktığımızda gördüm ki, ortada ne CHP var, ne Kılıçdaroğlu. Herkes arkadan gelen kalabalığın da baskısıyla Taksim meydanını tavaf edip, gerisin geri geldikleri istikamette meydanı terkediyor. Biz de öyle yaptık. Yürüyüş esnasında nadiren hükümet karşıtı sloganlar atılıyordu. Hatta (daha önce de yazmıştım) “hükümet istifa” diye slogan atarken, birlikte slogan attığımız insanların bir kısmı aradaki boşluklarda, “yahu biz hükümet istifa diye bağırıyoruz ama, bunlar giderse yerlerine kim gelecek” diyorlardı. Topluluk attığı sloganın, mevcut düzenin yıkılmasına yapabileceği “kelebek etkisinden” bile ölümüne korkuyordu.
Dönüş yolunda Gümüşsuyu’na geldiğimde bir de baktım ki, karşıdan onbeş yirmi kadar CHP yöneticisiyle kolkola girmiş vaziyette Kılıçdaroğlu Taksime doğru çıkıyor. Tamam dedim.. şimdi tarih değişiyor.:)))
Döndüm gerisin geri, dersimli kemalin peşine takılıp o yokuşu bir kere daha çıktım. Haram zıkkım olsun.. ben Taksim’e nasıl çıkıp indiysem, o da aynı şekilde Taksim’e çıktı ve indi…
Ne bir konuşma, ne bir direnişe davet, ne artık bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına dair bir kararlılık gösterisi.. Hiç bir şey yok…
Ve katılan insanların beklentilerinin “içlerini döküp rahatlamak” olduğu, milyonları meydanda bulan muhalefetin ise ancak bu kadar sahiplendiği bir hareket elbette, akşam herkesin evlerine dönüp, meydanın PKK’ya kalmasıyla son buldu.
Sonuç;
Dünyanın hiç bir yerinde milyonlar sokağa çıktıktan sonra, hiç bir şey olmamış gibi akşam evlerine dönmezler. Dünyanın hiç bir yerinde milyonlar sokağa çıktıktan sonra, tarih kaldığı yerden devam etmez…
Eğer o milyonlar böylesine naif insanlarsa, ve siz onları ateşleyemiyorsanız, hiç değilse onları sokağa çıkarıp iktidara bir kez daha dövdürmeyin ki, böyle bir toplumsal direniş -uygun şartlar altında- ortaya konmak üzere, denenip başarısızlığa uğramamış bir seçenek olarak kalsın.
Son bir cümle de “mekanın sahibi kim?” diye soran yorumcuya;
Mekânın sahibi hâlâ biziz, sonsuza kadar biziz, tek kişi kalana kadar biziz.
O “şeriat isteriz” diye uluyanlar bunu görecekler. Bir daha unutmamak üzere öğrenecekler, genlerine kazınana kadar öğrenecekler.
Son yorumuma onay vermediniz. Kızgınlıkla ne yazdığımı da hatırlamıyorum. Ama genel karakterim bilgi ve kültürüm çok kışkırtıcı bir cevap vermeme engel olacağı için onaylanmayacak bir içerik de yoktur bence. Veryansın TV’yi ve bu ekibi en başından bu yana takip ediyor, takdir ediyorum. Bazı fikirlerimiz belki uyuşmayabilir ama Vatanseverlik ve Türkiye kaygısı taşıyan insanlar olduğunuzu, Milli değerlere sadakatle bağlı olduğunuzu düşünüyorum. Uyuşmuyor gibi gözüktüğümüz bazı konularda diyalektik bir diyalogla aslında önemsiz ve çözülebilir olduğu görülecektir. Yoksa Türk olmanın anlamı ve sonucu geleceği olamaz. Laiklik bizim için hiçbirşeydir. Hukukîlikse her şeydir. Biz başımız sıkışınca “Şeriat isteriz”. Mekanın sahibi kim? cümlesini anlamaktan aciz insanların aydınlanmaya ihtiyacı var. Şeriat gibi bir kelimeye bu kadar önyargı ve kızgınlıkla yaklaşan insanların Türk kültürüyle sorunu var demektir. Laiklik bir hukukî durum, toplum hayatının bir mecburiyeti vs. vs. dir. Ama hayatiyetimizin kaynağı değildir. Bu ülkede hiç kimse “Laiklik” uğruna ölmez. Modern Çağdaş olma da bir heves, bir mecburiyettir. Ama kendi kimliğinin farkında olmayan, o bilinçten yoksun insanların Modern ve Çağdaş olma hevesi yabancılaşmaktan başka bir sonuç vermez. Yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrenmiş olmamız lazım. Modernleşme çabamızın nerelerde tıkandığını düşünüp eleştirisini de yapabilmeliyiz. Bu hale gelmiş dünya da nasıl insan onuruna yakışan bir hayat yaşayabiliriz? Türkiye’de ki çarpıklık Kimlik probleminin karmaşaya uğramasından kaynaklanıyor. İnsanlar sloganlara sarılmış, sloganlarla düşünüyor. İslamcı tecrübenin başarısızlığı, Modernleşmeci çabaların başarısızlığını örtemez. İki başarısızlığın, birbirini besleyen iki çarpıklığın sonuçlarını yaşıyoruz. İki başarısızlığı da eleştirip doğru bir Milli Duruş ortaya koyamazsak sonumuz fenadır. Ben sizi bu gayrette insanlar olarak görüyorum.