Yavuz Alogan yazdı…
Kapalı yerlerde mutlaka bir yangın çıkışı vardır. Yüksek apartmanlarda yangın merdiveni, trafikte emniyet şeridi…
Bütün askerî harekâtlar tersinden planlanır. İşler kötüye gittiğinde ya da beklenmedik bir durumda savaş mıntıkasını güvenli biçimde hangi istikamette nasıl terk edeceksiniz? İmha olmamak için önce bunu planlamanız gerekir.
Banka soyguncusu bile önce kaçışı planlar. Alarm çaldıktan sonra polis kaç dakikada olay yerine intikal edecektir? O saatte hangi yollarda trafik seyrektir?
Aynı kural devrilmek üzere olan diktatörler için de geçerlidir.
Soru şudur: iyice rezil olmadan, ülkeyi daha fazla rezil etmeden, yumuşak bir inişle yerinizi size yargılanmama güvencesi verecek bir benzerinize nasıl devredersiniz?
Akıllı diktatörlerin zihni iktidarlarının son döneminde bu soruyla meşguldür. Har vurup harman savurdukları, ülkeyi deneme tahtasına çevirdikleri, yandaşlarını zengin ettikleri, devleti çiftlik gibi kullandıkları, her türlü yolsuzluk irtikap hırsızlık ve yağmacılığa yol verdikleri, Saray inşa edip altın varaklı tahtlarda poz verdikleri, servetlerini yoksul düşürdükleri halkın gözünün içine sokarak sözüm ona itibar kazandıkları başlangıç evreleri artık çok gerilerde kalmıştır. Bunlar düşeceklerini anladıklarında düşünmeye, yangın çıkışı aramaya başlarlar. Ne yaptıklarını en iyi bilen yine kendileridir.
Aptal olanlar ise işler kötüye gitmeye başladığında, her şeye yeniden başlayabileceklerini, durumu bir şekilde düzeltebileceklerini sanırlar ve işlerini ebediyen saltanat sürecekmiş gibi yürütürler, hatta giderayak karşıdevrimlerini tamamlamaya tam teşebbüs ederler. Bu çok tehlikeli bir yoldur.
Mussolini örneği tipiktir. 1943 yılının o müphem Temmuz ayında Müttefikler Sicilya’ya çıkarma yaptıklarında, İtalyan Kralı III. Vittorio Emanuele Mussolini’yi azlederek tutuklatmış, Hitler bir komando birliği göndererek onu kaçırmış, Rastenburg’daki karargâhına getirmişti. Kendisini hâlâ Duçe zanneden Mussolini, İtalya’ya döndü ve kuzeyde bir “Sosyal Cumhuriyet” kurdu.
Günümüzde böyle diktatörler yok elbette. Siyasî varlığını dışarıdaki kuklacının ipine borçlu olan, yolun başındaki idealizmini kaybetmiş, paragöz çıkarcılar ve casuslarla kuşatılmış, tabanı dağılmakta olan çöküş hâlindeki çaresiz diktatörleri Mussolini gibi adamlarla kıyaslamak yersizdir. Onlar idealist, ütopyası olan, hülyalı ve kaçık adamlardı. Cesurdular. Mesela Mussolini, kurşuna dizileceğini anladığı anda ceketinin önünü açarak, “Göğsümden vurun beni!” diye haykırmıştır. Öyle yapmışlardır.
Fakat o sırada İtalya’da çok güçlü bir partizan hareketi vardı. Ayrıca halk, başındaki diktatörün kaçık olduğunu anlamıştı. “Halk” dedim de aklıma geldi, kendiliğinden bir halk ayaklanmasının nasıl olduğunu öğrenmek isteyenler Nanni Loy’un 1962 yapımı “Napoli’nin Dört Günü” filmini mutlaka izlemeliler. Yaklaşan pandemi kapanmasında bence izlenecek bir film. Özellikle, Gian Maria Volonté’nin canlandırdığı, savaşta bir elini kaybetmiş firari yüzbaşının saf değiştirerek stadyum çevresindeki direnişi nasıl örgütlediğine dikkat edin. Gerçi onlar son anda gerçekleşen Nazi işgaline karşı savaşıyorlardı.
Neyse, konuyu fazla dağıttım…
Günümüze gelecek olursak…
Mevcut dünya sisteminde bağımsız hareket edebilen özgün ve millî diktatör yoktur. Emperyalizm, rejimini belirlediği, iktisadî ve sosyal programını hazırlayıp eline verdiği diktatörlere, işler kötüye gittiğinde, yani diktatör iyice yıprandığında, siyasî hareketi zemin kaybetmeye başladığında mutlaka “yangın çıkışı”nı gösterecektir.
Diktatör görevini yapmış, rejimi değiştirmiş, ekonomide ve sosyal hayatta yeni bir dönem başlatmış, böylece zamanını ve bu arada hiç kuşkusuz küpünü de doldurmuştur. Akıllı diktatör, yerini bir benzerine bırakmak üzere sülalesini ve servetini yanına alarak “yangın çıkış” kapısına doğru ilerleyecektir. Emperyalizm kişilere değil, programa bağlıdır. Mevcut diktatörün “yenilikçi,” “demokratik-tik” bir benzerini mutlaka hazırlamış, siyasî ortamı devir-teslim’e uygun biçimde şekillendirmiştir. İktidar değişir fakat küçük nüanslar dışında değişen bir şey olmaz. Azgelişmiş bağımlı ülkelerde siyasî partiler emperyalizmden iktidar vizesi almak için yarışırlar. Gerisi ayrıntı, dedikodu ve gösteriden (show-business) ibarettir. Siyaset bir tür eğlence dünyası mantığıyla, bol para, belagat, palavra ve kandırmacayla işler.
Eğer sisteme bağlı siyasî partiler beceriksiz ve örgütsüz, zamanını doldurmuş diktatör ise zorlu bir karaktere, ideolojik hegemonya hevesine, elli yıl sonrasına ilişkin uçuk kaçık bir vizyona sahipse, daha sert bir geçiş olur fakat sonuç değişmez. Diktatör servetini ve sülalesini alarak, ülkesini kargaşa içinde bırakarak, “yangın çıkışı”ndan uçup gider. Filipinler’in diktatörü Ferdinand Marcos’un Havai’de, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Mısır’da, Zimbabve diktatörü Robert Mugabe’nin Singapur’da, Uganda diktatörü İdi Amin’in Kongo’da mutsuz olduğu söylenebilir mi? Dünyanın her yerinde bu adamların malı mülkü, off-shore hesapları vardır. Bunların Muhammed Mursî gibi talihsiz olup ketenpereye gelenleri de vardır elbette. Fakat bunlar sayıca fazla değildir. Emperyalizm kendisine sadakatle hizmet edenlere kıyamaz. Sonrası için kötü örnek olur çünkü.
Mustafa Kemal’in dediği gibi, “Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır.” Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır. Kriz durumunda kendi içinden bir Kurucu İrade çıkararak sahici bir “Toplum Sözleşmesi” yapamayan, milletin kayıtsız şartsız egemenliğini mezhep ve etnik mensubiyet farkı gözetmeksizin toplanan yurttaşların Kurucu Meclis’inde temsil edemeyen halklar devlet kuramazlar, bağımsızlıklarını kazanamazlar, millet olma vasfını bile kaybederler, her türlü zillet ve hacâlete (hüsranlı utanca) müstahak olurlar. yalogan@gmail.com
bu dislike lar yorumcuya mı,perinçeğe mi,anlamadım gitti!!!
Bonzai içtik, Ahmet Altan ile kucaklaştık.
Yorumlar kısa olmalı. Her konuda bilgiçlik taşlamamalı. Her metine atsineği gibi konup roman uzunluğunda düşlerimizi, küfürlerimizi sıralamamalıyız.
Saygılar.
Artık Montrö vb zorunluluklara senet -sözleşme- tapu tanımı dönemi bitti. Montrö dahil egemenlik ve karasularımıza uluslararası su yolu vs diyen ağızları susturmakta ve Montrö anlaşmasını aşma dönemi geldi. Boğazlar da bizimdir Marmara da. Bitti. Uluslararası vs yok! Geçit yok!
Aklı olanların dediği bu. Siz duygusal ve öfkeli bakmışsınız. Şahsi siyasi meseleleri bu anlaşmalar üstünden çözemeyiz.
Kifayetsiz,duygusal bir yazı. Bilimsel ve somut içerikten yoksun.
Bu bir hastalık.
Adı DUNNİNG Kruger sendromu. İnternete bakınız.
O prangalar baskasi icin engelleyici olabilir, ama gercek Vatan evlatlari icin, birer onur madalyasi, ve yeniden ne kadar hakli olduklarin birer simgesi!
Karsinizda saygiyla egiliyorum!
Yeni bir Toplum Sözlesmesi, iyi bir fikir, ancak önce Toplum sonra Halk olmamiz gerekiyor, öyle degil mi?
Saygilarimla
“AKP’ye Montrö konusunda telaşla argüman sağlamaya çalışan Vatan Partisi, Boğazlar Sözleşmesi’nin Türkiye’nin egemenliğini kısıtladığını söyledi”.
Perincek AKPye hizmeti karsiligi ne aliyor bilemem ama birtakim menfaatleri oldugu cok acik. Kazanamadigi ve aksine kaybettigi ulusalcilar, Ataturkculer ve genelde vatanseverler. Ben omrum boyunca bu denli bariz bir iktidar yalakaligini cok az gordum. Bir sene once Montro tapu senedimizdir diye manset atan adam, bugun tam tersini soyluyor. Bir utanma, sikilmada yok. Her defasinda temeli olmayan soylem ve sozde kanitlarla birde zeytinyagi gibi su yuzune cikmaya calisiyor. Gazetesinde yillardir makale yazan emekli subaylara, birlikte kameralar karsisinda poz verdigi pasalara bugun kolayca CIA ajani diyebiliyor. Bu nasil bir kisilik ikilemidir? 60larin sosyalistleri Perincek’i anlatirken benzer bir doneklikten, guvenilmez kisiliginden bahsederlerdi ama pek kulak asan cikmazdi. Hakli olduklari bugun ortaya cikti. Birde cok azda olsa halen bu adamin pesine takilanlara, buralara gelip bu adami savunmaya kalkanlara ne demeli?
Vatanımın cesur aydınları sizler çok güzel izah ediyorsunuz ama toplum hala narkozdan çıkamadı.
Partide coşkuyu, sevinci, mutluluğu öldürdü. 23 Nisan’da çocukların balonlarını patlattığından beri.
Sonrasındaki batılı sosyolog ve düşünürlerin, Arapların Montesquieu’su,
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın; Marx ın beş yüz yıl önceden habercisi diye andıkları;
İbni Haldun’ un Asabiyye Bağı kavramı üzerinden kısa bir yorumum.
Asabiyye Bağı’nı, kısaca; çeşitli kavimlerden oluşan cemiyetleri bir arada tutan birlik ve dayanışma ruhu olarak tanımlayabiliriz.
Selçuklu Devletlerinin çöküşe sürüklendiği bir süreçte, Orta Asya Türk Devletlerinde hiç eksilmemiş Assabiye Bağı, Anadolu Topraklarında yeniden aşılandı ve Osmanlı Devleti kuruldu.
Başkanlık; haklı olarak, Assabiye Bağı kuvvetli olan bir Türk soyu alan Osmanoğulları’nın oldu.
Sonrasında Başkanlığın; soyu sopu bozuldu, arkasından Dirlik Düzenlik bozuldu.
Dünyayı fethe kalkıştılar ama Anadolu’da birliği sağlayamadılar.
Asabiyye bağı hızla zayıflayarak çöküşe ve taaa Sevr’e kadar gelindi.
Muhteşem bir zaferle taçlanan kurtuluş savaşımız sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinde, Büyük Atamızın şahsında Asabiyye Bağı’mız olanca görkemiyle tekrar donandı.
Büyük Atamızın “Ne Mutlu Türküm Diyene” diye tarif ettiği, milletin adı Türk Milleti oldu.
Askeri Akademilerde, Savaş Tarihi derslerinde dünyada sayılı meydan savaşlarının, bu topraklarda verilmiş olan üçü ders olarak okutulmaktadır. Bu nedenle yeni Millet’ in adının bu topraklarda, tarihi sürükleyici ve belirleyici bir kavim olan Türk Milleti olması, Türklerin, anasının hak sütü gibi helaldir.
Kaç yüz yıllık kahramanlık menkıbelerinin anlatıldığı memleketimizde, Anadolu’nun her yöresinden, Çanakkale’ye, Kurtuluş savaşımıza katılan ve sağ kalanları köylerine dönen askerlerimizin anlattıkları, torunlarından torunlarına aktardıkları, efsane komutanları Sarı Paşayı halkımızın tamamen unutmaları mümkün müdür.
Ama yeni ve güçlü Asabiyye Bağımızın kurucusu Atatürk her gün yerin dibine sokulmaktadır.
Bu sadece Türkiye’mizi bir arada tutan birlik dayanışması ruhu olan Asabiyye Bağını çökertmeye yarar.
Bu yetmezmiş gibi, Türklük aşağılanarak milletimize arap aşısı yapılmağa çalışılmaktadır.
Kürt etnik milliyetçileri de, kırk yıldır bu Asabiyye Bağını paramparça etmek için her türlü melaneti yapmaktadır. Bir de milletin yarısını alenen ötekileştiren bir Başkanlığımız var.
Hatice netice,
Asabiyye Bağımız yok oluyor arkadaşlar.
Quo Vadis diye sorarsak.
Sevr’e doğru gidiyoruz.
Demek ki devlet olmak bir oyun değilmiş.